30 Haziran 2012 Cumartesi

Kendini Gerçekleştiren Kehanet



...Sihrin sırrı biraz da buradaydı (peri bir sihirbazdı). Bir kelimenin erdemi <<simgesel etkisi>> kelime boşluğa haykırıldığında; kelime bağlamsız ve göndergesiz kaldığında, böylelikle self-fulfilling prophecy'den (kendi kendini gerçekleştiren kehanetten) kuvvet aldığında en yüksek düzeye ulaşır. Hem gerçekdışıdır hem dayanıksızdır. Bir hiç olduğu için kendini dayatır. Eğer peri önemli ya da anlamlı bir şeyi yasaklasaydı, çocuk kolayca işin içinden çıkabilir, istemediği halde baştan çıkmazdı -çünkü onu baştan çıkaran şey yasak değil, yasağın anlamsızlığıydı. Nitekim, inanılması imkansız olan kehanetler de kendi kendilerine gelişirler, her tür mantığa aykırıdırlar ve anlamla ilişki kurmamaları yeterlidir. Aksi taktirde kehanet olmaktan çıkarlar. Sihirli sözlerin büyüsü, baştan çıkarmanın cazibesi hep buradan gelir. (Baudrillard/Baştan Çıkarma Üzerine)

Durumlar ve olaylar II
Durumlar ve olaylar hakkında öğrendiğim her şey ve edindiğim bu bilginin anlamı üzerine derinlemesine düşündüğüm birçok zamanda, ömrümüzün çeyreğini okul ve üniversitede geçirirken tüm yaşamımızın oluş hakkında ve içsel durumlarımızın hayatımızda şartları ve olayları belirlemedeki gücü hakkında hiçbir şey bilmeden geçip gitmesinin ne kadar anlamsız olduğunu düşünüyordum.
Gördüğümüz ilk eğitim bizlere, neyin iç, neyin dış kaynaklı olduğunu ayırt etmemiz bilgisini sağlamayacağı gibi düşüncelerimizi yönetmemiz ve hislerimizin farkına varmamız için de bizi donatmaz. Sıradan kültür, herhangi bir kasti amacı olmadan, hisleri, duyguları ve düşünceleri 'gerçek' ten uzaklaştırmış, onları ayrı olaylar diye düşünüp efsanelerin, hayallerin ve masalların geçici ve idrak edilemeyen küresine indirgemiştir.
Klasik uygarlığın yolunu takip ederek, -her anlamda tarihten daha faydalı ve güvenilir olan- efsanelerini ortaya çıkararak ve Lupelius'un elyazmasını inceleyerek heyecan verici bir keşifte bulundum; gerçekte, olaylar ve durumlar arasında öncesi - sonrası ya da sebep - sonuç ilişkisi değil, aslında sadece mutlak bir benzerlik vardı.
İçimizdeki durumlar ve dışımızda gerçekleşen olaylar, aynı gerçekliğin farklı varoluş düzeylerine yerleşmiş iki yüzü ya da dikey bir çubuğun iki ucundan başka bir şey değildi
Durumlar ve olayların özdeş olduğunu görmemizi engelleyen şey, onların birbirlerinden bir tür seyreltici işlevi gören zaman faktörüyle ayrılmış olmalarıydı. İçsel durumlarımızla, buna karşılık bizim dışımızda oluşan olaylar arasında belli bir zaman geçmektedir ve Oluş'umuzdaki durumlar zaman boşluğunda dışımızdaki olaylara dönüşerek karşımıza çıkmaktadırlar. Ne var ki bir sis perdesi gibi araya giren zaman, bu gerçeği anlamamızı engellemektedir.
Düşünceler, duygular, heyecanlar gibi bütün ruhsal durumlarımız, her an yolladığımız davetiyeler gibidir ve biz unutsak bile onlar, davetiyelerin yanıtları gibi karşılık gelen olayları bize çekmekten asla geri durmazlar. Daha açık bir ifadeyle, olaylar zaten ve her koşulda mevcuttur. Başımıza gelmeleri yalnızca bir zaman meselesidir. Gerçekleşmesi kısa veya uzun süre alabilir, orada veya burada olabilir, ama ne olursa olsun daima bize ulaşırlar…

A man 's emotional states are in reality events seekingan opportunity
to happen and become visible.
Kişinin duygusal durumları, aslında görünür hale geçmek ve kişinin
başına gelmek için fırsat kollayan olaylardır.

Zaman, olayları durumlardan ayırır ve onların kimliğini gizler. Bizi şaşırtarak, tam unuttuğumuz, daha doğrusu onları üretmiş olduğumuzu anımsamadığımız bir anda, kara bir ekranın ardında pusuya yatmış olayları görünür hale getirmek üzere fişi prize takar.

Nothing happens suddenly.
The unexpected always requires a lengthy preparation.
Hiçbir şey birdenbire olmaz.
Beklenilmeyen, her zaman uzun bir hazırlık dönemi gereksinir.

Bir kişinin, varlığından ve psikolojisinden bilinçli veya bilinçsiz olarak geçmeden karşılaşabileceği hiçbir şey, başına gelebilecek hiçbir olay yoktur.
Dünya heyecanlarımızla, tutkularımızla ve düşüncelerimizle yakından alakalıdır. Bunlar iç dünyamız ile dış dünyamız arasındaki aktarımı sağlayan bir hareket kayışıdır. Duygularımızla düşüncelerimizi, ayrıca belirli bir anda hissettiklerimizle yaşadıklarımızı denetleyebilirsek, yani duygularımıza hâkim olursak, yaşamımızın kontrolünü ele geçirmiş, kaderimize yön vermiş oluruz. İşte Romalıların talih ve homo faber anlayışının kaynağı buradadır.
Onların bu anlayışı, Yunanlıların ve Orta Doğu'nun Talih'i, olayları gelişigüzel dağıtıp kendi aklına estiği gibi yönlendiren gözü bağlı bir tanrıça olarak betimledikleri görüşüyle çelişir.
Genellikle, dış olayların davranışlarımızı koşullandırdığı ve ruh halimizi belirlediği ortak bir inanıştır. Bir şey olur, birisiyle karşılaşırız veya bir haber alırız ve hissettiğimiz huzursuzluk, kaygı, şaşkınlık gibi psikolojik dışavurumlarımızın, bu olayların etkisiyle ya da sonucunda oluştuğuna inanırız. Fotoğrafın bulunuşundan önce, gözden çok daha hızlı hareket ettiği için, dörtnala koşan bir atın ayak hareketlerinin doğru sırasını belirlemek olanaksızdı. Aynı şekilde düşünceler, heyecanlar, algılamalar ve duygular da elektronik bir şimşek gibi çakarak, nöronlarımızın gizemli ormanından neredeyse ışık hızıyla geçtiği için, duyguların dış olaylarla zaman düzlemindeki bağlantılarının doğru sıralamasını yapmak olanaksızdır. Kısacası, başımıza bir olay geldiğinde içine düştüğümüz psikolojik durumun bir olayın sonucunda ortaya çıktığını düşünürüz. Böylece, aslında tam tersi olduğu halde, Oluş durumumuzu dışımızda gerçekleşen olaylar ile haklı çıkartırız. Oysa gerçekte, hayatımız boyunca, dışımızda gerçekleşen olayları belirleyen ve önceden ilan eden bizim Oluş durumumuzdur... Olumsuz duygularımız, zaman içinde şikâyetçi olduğumuz aksilikler haline gelirler. İster iyi olsun, ister kötü, belli bir olayın başımıza gelebilmesi için öncelikle içimizde onun gerçekleşeceği koşulları yaratmamız gerekir.
İnsanın en büyük yanılgısı, dış koşulları değiştirebileceğine ve dünyayı düzeltebileceğine inanmaktır. Halbuki ancak kendimizi değiştirebilir, tutumlarımızı farklılaştırabilir, tepkilerimizi düzeltebilir ve hissettiğimiz olumsuz duygulan ifade etmemeye çalışabiliriz.

The universe is perfect the way it is.
The only one who must change is you!
Evren olduğu haliyle mükemmeldir. Değişmesi gereken yalnızca sensin!

Bir kişinin enerjisiyle iyi niyetinin, hayatın gelişigüzel ve kaçınılmaz görünen olayları karşısında hiç öneminin olmayacağına inanmışızdır. Bizi bir sel gibi içine alan bu olaylar, fazla belirsiz, öngörülemeyecek kadar karışık ve denetleyemeyeceğimiz kadar güçlüdürler.
Lupelius, bize olaylarla durumların arkasında daima kendimizin olduğunu 'görmeyi' öğretmektedir.
Herhangi bir çözümün ortaya çıkması için, öncelikle kendimizi değiştirmemiz gerekmektedir.
Varoluşunda en küçük bir yükselişi bilinçli olarak gerçekleştirecek kişi, dağları yerinden oynatabilir ve kendisini dış dünyaya bir dev görüntüsünde yansıtabilir.
Durumlarımıza, düşüncelerimizin kalitesine, hissetme biçimimize müdahale ederek ve olumsuz duygularımızı nötrleştirerek, diğerlerini de geliştirerek, yalnızca tutumlarımızı, yani dış dünyadan gelmekte olan ve aslında sadece bizim verdiğimiz tepkiler olan olaylarla ilişkilerimizi düzeltmekle kalmayıp, günden güne başımıza gelmekte olan olayların doğasını da değiştirmiş oluruz. Yapmamız gereken ilk iş gözlemlemedir; düşüncelerimizle ruhumuzu kaplayan durumlarımızın gözlenmesi...
Tüm düşüncelerimizi, duygularımızı, davranışlarımızı, tepkilerimizi ve olayları ne şekilde 'karşıladığımızı' içine alacak kapsamlı bir çalışmayla kendimizi incelersek, sıradan insanın düşündüğü ve hissettiği olumsuzlukların neler olduğunu ortaya çıkarabiliriz.
Kişi kendisi için açık ve seçik olarak sadece sağlık, zenginlik ve esenlik diler. Kendisini gözleyebilseydi ve yüreğini duyabilseydi, aslında hiç durmaksızın bir olumsuzluk ezgisi söylediğini, yani endişelerden, sağlıksız imgelerden ve başına gelebilecek, belki de hiç gelmeyecek korkunç olayları beklemekten ibaret bir felaket duasıyla yakardığını işitebilecekti.
Peki, ama Oluş'un içsel durumları, ruh halimiz, duygularımız ve düşünme şeklimize göre nasıl hareket etmeliyiz? Bir dağı yerinden oynatabilecek enerji, kişiyi kötü ruh halinden ya da olumsuz duygularından çıkarmak şöyle dursun, bir düşünceyi bile değiştirmeye yetmez. Düşünceyi yeniden yönlendirmek için gerekli olan güç ya da bir duygu üzerindeki hakimiyet Oluş'un daha yüksek seviyelerinde oluşturulabilir. Bu özel enerjiyi toplayabilmek için sistemimiz içerisindeki tüm çatlakları ortadan kaldırmak gerekir; çoğunlukla olumsuz duyguların ifadesinden ve kaybettiğimiz hatalı içsel tavırlarımızdan meydana gelen binlerce küçük yarık. Eğer dış dünyamızda bir olay meydana geldiyse ve o olayı yaratan Oluş durumumuz ile olanı bağdaştıramazsak, değerli bir fırsatı kaçırırız demektir.
Dikkatle bakacak olursak, yaşamımızda birçok olayın aynı şekilde sürekli tekrarlandığını görürüz, eğer bu olaylara karşılık gelen Oluş'un özel durumlarını gözlersek, olayların doğasını daha iyi anlama şansımız olur. Örneğin, şu 'geç kalmak' denen olay. 'Geç kalmak' durumu bende kaygı yaratıyor. Zekâ, dışımızda gelişen bu olayın, o anda yaratılmamış olan hangi iç duruma karşılık geldiğini bilmektir. Varlığımın bir kısmı beni bu olaylara bağlamaktadır. Onları yaşantımdan silebilmek için yapabileceğim tek şey, oluştaki bir hastalık, bir kusurdan başka bir şey olmayan endişe, korku ve kaygı olarak nitelediğim bu olumsuz iç koşulu düzeltmektir.
Onu yaratan psikolojik durumlar içimde devam ettiği sürece, bu türdeki endişe verici olaylar da yaşantımda öyle ya da böyle tekrarlanacaktır. Aslında bu olaylar, bize bir iyileşme sürecinin başladığını gösteren belirtilerdir, tabii eğer biz onların kaynaklanma nedenlerini kendi iç durumlarımızla ilişkilendirme gücüne sahipsek. Onları görmek, psikolojik durumlara dikkat etmek, oku kendi üzerimize çevirerek, süreci tersyüz ederek, olaydan duruma doğru bir tırmanışa geçmek anlamına gelir. İşte yüksek bir anlama düzeyine erişim olanağını ve kendi yaşamını değiştirmek için gerçek bir fırsatı bulacağın yer burasıdır.
Kendimizi mazur görmek ve haklı çıkarmak, suçu dışımızdaki bir olaya yüklemek, nedenin kendi eksikliklerimizde, durumlarımızda, düşünme, hissetme ve tepki verme şeklimizde olduğunu kabul etmemek, bizim anlamadığımızı gösterir; anlamamak ise, herhangi bir durumda o olayın başımıza tekrar tekrar geleceğinin belirtisidir. Koşullar değişecek, olaylar her seferinde farklı bir maske takarak başımıza gelecek ve biz, her seferinde suçu dışımızda gelişen olaylara yüklemeyi sürdüreceğiz; bu tavrımızla da o olaylardan sonsuza kadar kurtulma şansını kaçırmış olacağız.

Her şeyde kendinizi suçlayın, başınıza her ne gelirse gelsin kendinizi
sorumlu tutun. The power of this attitude is compressed in two eternal
words:, Mea culpa'dır. Suç benim...

Ülkelerin de Oluş durumlarına uygun gelen olayları kendilerine çektiklerini düşünmekteyim. Örnek olarak ABD'deki ırkçılık durumunu ele alırsak, farklı ırk, inanç ve kültürdeki kişilere karşı bir nefret olduğunu kabul etmek ve bunu sona erdirmek üzere gereken koşulların düzenlenmesi yüzlerce değilse de onlarca yıl aldı.
Malcolm X, M.L. King, J.F. Kennedy gibi genç yaşlarda öldürülenler, şehit edilen liderler süreyi kısaltarak, bir milletin, bir uygarlığın psikolojik durumlarını, düşünme ve hissetme biçimlerini baştan sona değiştirmek suretiyle, ülkelerine yeni olayları ve fırsatları çekerler. Oluş'umuzdaki durumlar yaşamımızda bize kazanmanın ya da kaybetmenin kapılarını açabilir, yoksul ya da varlıklı olmamızı sağlayabilir, hastalanmamıza ya da sağlığımıza kavuşmamıza neden olabilir.
Öz varlığımızı kendimize çalışma konusu yapmak, kendimizi hiçbir yargıya kapılmadan, olduğumuz halimizle incelemek, bu durumlarımızı tanımamıza yardımcı olacak araçlardır. Bizi daha zeki ve daha bilinçli kılacak şey, sadece kendimizi mercek altına yatırarak gözlemlemektir.

Self-observation is self-correction.
Kendini gözlemlemek kendini düzeltmektir.

(Tanrılar Okulu/Stefano E. D Anna)

Gözlerini Açıp Kapamakla Sabahtan Akşam Olmuyor




Tanrıyı istiyorum, şiiri istiyorum,
Tehlikeyi istiyorum, hürriyeti istiyorum,
Erdemi istiyorum, günahı istiyorum.
Aldous Huxley


Sıradan bir anne babanın sıradan bir evladı olarak dünyaya geldim. Ne üstün bir zekâmın ne de üstün bir yeteneğimin olduğu küçük yaşlarımda keşfedilmedi. Mahalle okulları, mahalle arkadaşları ve sıradan mahalle oyunlarıyla sokaklarda büyüdüm. Koşturdum, kirlendim, kavga ettim, büyüdüm… Dikkat çeken sevimli bir çocuk olmama rağmen, soluk göründüğümü düşünüp, dikkat çekme hevesiyle yaşadım. Bunda, ataerkil bir toplumda, erkek bir çocuktan sonra kız çocuk olarak dünyaya gelmenin ezikliğinin bir payı olabilir. Ya da belki, hep çok sevilmiş olmanın verdiği arsızlık ve doyumsuzluk haliyle bir tür şımarıklıktı benimki. Bunun için Jung ya da Freud kitapları okumaya gerek yok, bunun şimdi bir önemi yok. Asıl mesele avunmaz ve doymaz kursağımla ilgili…
Çok küçük yaşlarımda birçok şeye olduğu gibi yazmaya da heveslendim. (Diğer heveslerimin kırılmış ya da sönmüş olmasının yanında, yazmak hala heyecan veriyor bana.) İlk hikâyelerimi 8 yaşında yazmaya başladım. O zamanlar çizgi filmlerden esinlenir, Ninja Kaplumbağalı, Heidili hikâyeler yazardım. Tabii ki o zamanlar daha saf, daha aptal ve biraz daha insandım.
Meraklarım, ilgim ve kafamı meşgul eden meseleler her dönem değişti. Ya halledip üstünden atladım ya da cevapları bulamayıp vazgeçtim çoğundan ama her an mutlaka yeni bir tane vardı. Müzik, dünya, fakirlik, para, ruhlar, periler, insanlar, filmler, reklamlar, davranışlar, aşklar, kadınlar-erkekler, gösteriş, seyahat, zevkler,  resimler, meslekler, kitaplar, uyuşturucular, karakterler, ebeveynler, internet, doğa, hayvanlar, seks ve daha niceleri…
Çok okudum. Önceleri büyük parçalar halinde, sırf niceliğin önemli olduğu yanılgısıyla anlamadan, anlam vermeden… Neden sonra kitaplar dünyam haline geldi, onlarla yaşadım, onlarla yedim içtim, uyudum uyandım. Bu yüzden birden fazla hayatım oldu hep; önce bir kitaptım sonra bir insan ya da tam tersi. Ve en çok yazarları-düşünürleri-şairleri kıskandım; benim söyleyeceklerimi hep benden önce söylemişlerdi.
Kıskançlığın verdiği hırsla, hikâyelerden vazgeçip bende onlar gibi yazmaya, derdimi anlatmaya ve sorular sormaya başladım. Gerçi derdimi pek anlatamıyordum; cümlelerim uzun ve karmaşık, başlangıçlarım ise bitişsizdi. Her şeyden önce kafam karışıktı ve bu olduğu gibi kâğıda yansıyordu tabii bir de amacım yoktu(Ah min’el ergenlik).
Çok küçük yaşlarımdan beri geceleri uyumadan önce hayal âlemlerine dalmayı alışkanlık haline getirmiş olmam, asabiyemi bozdu mu bilemem ama hayal dünyamın sınırlarını milyonlarca kilometre kareye ulaştırdığı kesin. Belki de ben öyle sanıyorum J Sessizlik…
Başladığım işleri yarım bırakmayı sevmem keza zaman=para denkleminin oluşturduğu koşturmaca ve tabi benim ayran sever gönlümün birlikteliğinden, başlanan işlerin neticeye ulaşması biraz zaman aldı. Tez canlılığım da cabası… Bu da haliyle tipik bir Türk insanı olan beni tembelleştirdi. Zaten bürokrasi, insanlar tembel olsun, işlerini halledene kadar canı çıksın da bir şey yapamasın diye yok mu?
               Bir baltaya sap olma meselesi beni de üzmüyor değil ama kaderime hayıflanmıyorum. Bulunduğum noktadayım. Buradan bakınca hiç kimse küçücük falan gözükmüyor. Hayattan tat alma duyularım epey bir körelmiş olsa da bir şeyler çiziktirmek, tıpkı sakızlı topitopun sonundaki sakıza ulaşmak gibi tat veriyor bana. Ben tat katıyor muyum hayata?
Piano piano… Hayat, büyük kepçesiyle karıştırsın bakalım neymiş tadımız biz de öğreniriz elbet. Son kertede vardığım sonuç, doyumsuzluk ve arsızlıktan başka bir bok öğretmez hayat insana; sonrasıysa, sürekli olarak bunu bastırmayı, bastırdıktan sonra gülümsemeyi öğrenmeye çabalamaktan ibaret. Vazgeçtim hayata karışmaktan, sıkıyorsa biraz da o karışsın bana. Alayına isyan ulan, yoruldum felsefe yapmaktan. (Bu noktada ne dilediğime dikkat etmeli miyim diye bir endişe yaşadım).
Çok kesin konuştum yine. Ama isyan böyle ediliyor işte.
Göreceğiz...
Ölenlerin badem gözlerinden, kalan sağların çatal dillerinden öperim. Hepi topu keyifle zaman geçirmeye çalışıyoruz şu fani dünyada.

Şikayetim Var!



           
            Şikayetim var...

Üç kuruşluk aklını beş kuruşa satanlardan,
korkunca kaçanlardan, kendini cesur sananlardan,
sorgusuz yargılardan, yargısız infazlardan,
bir tek kendini doğru sananlardan,
bencilce caymalardan,
çok konuşanlardan, bir anda susanlardan,
lafı nasıl koydumculardan,
sıçtığı bokun bile kokusunu nette yayanlardan,
kahrolsun …’lardan,
köşe bucak kaçmalardan,
caka satanlardan, gösteriş budalalarından,
dedikodunun dibine vuranlardan,
bin dereden su getirip suya götürüp susuz getirenlerden,
azıcık kendini keşfedince havaya girenlerden,
laf atan kazmalardan, maymun olan hanzolardan,
kılavuzu karga olup da uçtuğunu sananlardan,
güçlülerden, zayıflardan,
intikam peşinde heba olanlardan,
alçaktan uçanlardan,
debelenip batanlardan, 
masum ayağına yatanlardan,
ahlak bekçiliği yapanlardan,
pis kokulardan,
yoz korkulardan,
n’apalımcılardan,
haberi kaynağından almayanlardan,
parayı verip düdüğü çalanlardan,
uyutanlardan, uyuyanlardan,
uyku kaçıranlardan,
boşa kasılanlardan,
zulmü meşru kılanlardan,
duygusal zorbalardan,
muzip sinsiliklerden,
aleni çemkirmelerden,
her hıyara tuz var diyenlerden,
abartılı neşelilerden,
gereksiz melankoliklerden,
en çok da her şeyden şikayet edenlerden…

Bana ne yahhhh bütün bunlardan.
‘Ben’ kendi hayatımın tik tak’larını sayıp zik zak'larını işlemeliyim.