31 Ağustos 2011 Çarşamba

İşin Sırrı Kovalamakta Değil Yakalamaktaymış Meğer


Esbjörn Svensson 14 Haziran 2008 günü, sualtı dalışı esnasında öldü. Kartalların 40 yaşına ulaştıklarında, hayatlarına devam edebilmek için, evrimleşmek ve yenilenmek için gaga ve tırnaklarını sancılı bir uğraştan sonra, taşlara vura vura çıkarttıkları ve aylarca süren bu ıstıraplı süreci atlatıp yeni hayatlarını yenilenmiş formlarıyla devam ettikleri sürenin üzerinden henüz 3-4 yıl gibi bir süre geçtiğinde ölmeleri ne kadar elim ise, Esbjörn’ün öldüğünü duymak benim için bir o kadar üzücü oldu.
Esbjörn Svensson Trio adlı İsveçli bu grupla ilk tanışmam 2004 yazında Strange Place For Snow albümüyle oldu. Albümün 5. sıradaki Bound For The Beauty Of The South parçasına deli divane aşık olduğumu çok iyi hatırlıyorum. Ve ne yalan söyleyeyim bu aşk hala küllenmiş değildir. Sanatta, modanın gelip geçiciliğine prim vermeyen ve her daim güncel ve geçerli olabilme özelliği taşıyan eserlere klasik denir ya evet kesinlikle bir klasik! Hatta anlatmakla boşa yorulmayayım, ikram edeyim siz de biraz tadına bakın. Yıllanmış iyi kalite şarabın bir yudum tadına bakarsınız da ağzınızda buruk bir tad, kadifemsi bir doku ve soft bir his bırakır, farzedin bu nazik ziyaretinizi kaliteli bir kadeh kırmızı şarapla taçladırayım ve artık hikayeme  giriş yapayım.



Yıl 2006, istihbaratıma göre Esbjörn Svensson Trio Odtü’de bir konser verecekmiş. Hemen eşe dosta haber saldım: “hadi gidelim!” Cık.. kimse gelmek istemiyor. “Eh n’apalım tek başına gideyim bende.” Kimse gelmek istemiyor diye bu fırsatı değerlendirmeyecek değildim herhalde. Nitekim gittim. Salon ağzına kadar jazz severlerle dolu. Amfivari koca salon birden karanlığa büründü ve bunu sessizlik takip etti. Bütün kafalar –ki bu sadece bir tahmin- sahnenin olduğu yöne çevrili vaziyette paketten ne çıkacak diye kımıltısız bir şekilde bekliyor. Sahne ışıklarının şahane olduğuna kanaat getirdiğim renkli ışıklar triomuzun üstünde parladığı anda müzik de başladı. Gözlerim ve kulaklarım şenlik havasıyla eğleşirken, huzurlu bir nefes alarak arkama yaslandım. Birkaç parça sonrasında yine en sevdiğim parçalardan biri olan Serenade For The Renegade’yi çalma ya başladılar. Işıkların ahengiyle parça öyle büyülü bir havaya büründü ki, bu anı ölümsüzleştirme hissi dürtmeye başladı. Duyarlı vatandaş olma kaygısıyla, o zaman için epey paraya aldığım yüksek megapixell’i telefonumu kapattığım için çaktırmadan çantamdan çıkararak, çaktırmadan açma teşebbüsünde bulundum. Keza telefonun öyle afili açılma stili vardı ki, kendi çapında bir bilgisayar edasıyla bir türlü açılamadığı gibi, ışıl ışıl ortalığı aydınlatması da cabasıydı. Sesinin titreşimlerinden tipik Ankara kuralcılığı yayınlan ciddi ve mesafeli hanımefendinin uyarısıyla telefonu ışığı kaybolacak kadar sakladım. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra, açılmış olması ümidiyle tekrar kaldırdığımda ikinci uyarı beni o an için oldukça sarstı ve hayal kırıklığıyla telefonumu kapatıp kızgınlıkla arkama yaslanıp kendimi müziğe vermeye çalıştım bir süre. Yaklaşık bir saatin sonunda konser bittiğinde, burukluğumu atlatmış evimin yolunu tutmuştum. Hayatım boyunca gittiğim en keyifli iki konserden biriydi. İyi ki gitmişim hissiyle gururlanırken o anı kaçırmış olmanın verdiği pişmanlığın ağırlığını hep hissedeceğimi henüz bilmiyordum.
Yıl 2008, istihbaratıma göre Esbjörn Svesson ölmüş. Bu olayın ardından –tabii o süreçte içinde bulunduğum halet-i ruhiyeyi de hesaba katarsak kendimce bir takım kararlar aldım. Şimdi aynı durumla karşı karşıya kalsam omzumu dürten kişiye “vakit varken tomurcukları topla, bugün gülümseyen bu çiçek yarın soluyor olabilir” derdim.

Bir Var Bir Yokmuş


Dünya algıladığın, gördüğün gibidir; hangi hissiyatla doldurursan içini o ruhla dolup taşar. Üzerine geçirdiğin rengârenk kılıflar değiştirmez karakterini, neyse odur; senin için varsa var yoksa yoktur. Hem var hem yoktur, ne kadar anlamaya çalışırsan anlamı o kadar çoğaltır o kadar uzaklaştırırsın kendinden. Sınırsız bir boşluğun içinde kendi kuyruğunu yakalamaya benzer bu. En yakın ama en uzak mesafedir de aslında. Kovaladığın için en uzak, sana ait olduğu için en yakındır. Anlamları belirleyense sadece seçimlerdir, seni oluşturan şey her neyse ve sana ne bahşettiyse onlar kılavuzluk eder seçimlerini yapabilmen için yönünü bulman konusunda. Ama en başta sana sunulanları, istesen de yırtınsan da değiştiremeyeceklerini ve değişenleri kabul etmek durumundasın. Sen varsın ve senle var her şey. Sen yoksan bir eksik değil, yok ki…
Dünya algıladığın, gördüğün gibi değildir; dünya hakkında öğrendiklerin ve bildiklerin sana kim tarafından nasıl aktarılmışsa onun anlamlandırdığı gibidir. Ne sen oraya aitsin ne de dünya senin kavramlarınla inşa edilmiştir. Bir başkasının dünya perspektifidir ve dolayısıyla hayaldir, hatta yalandır ve sen sorgulamadan o yalanın içinde yaşarsın; yorgun gözlerinle yaptığın alacalı bulacalı kılıfları dermansız ellerinle başkalarının onayıyla çok güzel olduklarını düşünerek dünyana uydurmaya çalışırsın. Her bir tarafını çekiştirip geçirmeye çalıştıkça içinde hem bir şüphe hem de bir umutsuzluk ezgisi sesi yükselerek çalınmaya başlar. Bir sorun var AMA NE?!!! İçeriden ve dışarıdan gelenin kavgasıdır gözlerinin, düşüncelerinin önünde yaşanan. Öyle bir patırtıdır ki öfke doğurur, o öfke ki gözleri ve kulakları yoktur. Yıkmaya, parçalamaya, bölmeye gelmiştir. Ruhunla bedenini ayırmaya, ruhunu yok etmeye, senin olanı senden koparıp alarak besler, büyütür kendini ve hâkimiyeti ele geçirir gölgelerin gücü adına… İşte o zaman dünya hem vardır hem yoktur, hem senindir hem de değil, gördüğün gibidir, değildir de; birinden biridir ama HANGİSİ? Bir öyledir bir böyle, bir uçtan diğerine koşturursun düşünce frekansları arasında, köşe kapmacalar oynarsın; öyle yorar ki bu seni halk dilinde buna ölü toprağı var üstünde denir. Ölü toprağı değildir o, yalan, olmayan bir dünyanın gölgesinin altında ezilmektir, güçsüz, çaresiz kalmaktır.
Bir açıklık her zaman vardır, insan eliyle yapılan hiçbir şey mükemmel olamaz çünkü, o açıklığı bulabilmek senin algı kapılarını ne kadar cömertçe ve korkmadan açabildiğine bağlıdır. O açıklıktan bir zerre havanın girmesine bile müsaade etsen, sana ait olan ama zorla inşa edilen hâkimiyetin gücünü kırarsın; dönüp arkana bakma cesaretini gösterirsen kapkaranlık, yaban, korkutucu bir orman olur göreceğin ya da bakmayıp zaten neler olup bittiğini anladığında gözünde canlandırır yoluna devam etmeye çalışırsın. Yorgun düşmüşsündür, toparlanman gerekir ve bir yol haritasına ihtiyaç duyarsın, ihtiyaç duyduğun şeyi bir şekilde çağırırsın kendine -ki ihtiyacın olan şey hep yanı başındadır zaten- ve rehberinle kaldığın yerden devam edersin yola. Olup biteni algılayıp gördüğünde daha da güçlenirsin. Güçlendikçe hareket kabiliyetin artar ve yine yeni dünyaya hoş gelirsin. Kendini galip hissedersin ama her zaman galip mağluptur aslında çünkü kazanç ya da kayıp yoktur. Varsa kendini yener kendin kaybedersin,  çünkü bir tek sen varsın ve senin algıladığın gibidir dünya.
 Sağ yanında ölüm sol yanında yalan yer alır, sen onların orda her zaman durduklarını bilerek devam edersin yola, ara sıra onlara danışman gerekir ki öyle olmasa da onlar varlıklarını hissettirir zaten sana. Evren sen düşüncelerinle var edebildiğin, var kıldığın için yaratılan en mükemmel şeydir. Dünyanın neye ihtiyacı varsa o sunulur hizmetine, kendini kandırmaktan vazgeçmen için üstüne felaketlerin yağdırılması hiç de adaletsizlik sayılmaz, asıl haksızlık isyan etmek, kendine acımaktır. Güzel olan dünya değil, dünyayı güzelleştiren düşüncelerdir.
Tüm bunları görebilmek değildir önemli olan, marifet bunu hissedebilmek, yaşatabilmek ve buna gerçekten inanabilmekten geçer. Asıl erdem kendini kandırmamaktan geçer. Kendini de dünyayı da gerçekte olduğu gibi algılamaya çalışmak onu ve dolayısıyla kendini sevmektir. Kendini sevmekse anlayabilmektir, kendin ve dünya hakkında her neyi merak ediyorsan… Anlamak için acele etmeye gerek yok zaten olması gerektiği seyirde ilerler her şey.
Sabırla dut yaprağı atlastan kumaş olur.

14 Ağustos 2011 Pazar

Kendi Canı Çekince Gelir İlham


Bana ilham veriyorsun ey AŞK! Hayatımın bir parçasına anlam katıyorsun. Varlığımın bulunduğu basamaktaki ihtiyaçlarına karşılık geliyorsun.

-         - Benim bir amacım var.

Küçücük yaşamlarımdan itibaren hep istediğim, yaşamın beni sürüklediği yerlerde tutkusunu kaybettiğim ama yeniden tutuşmaya meyilli bir amacımı alevlendiriyorsun. Aklımı uyarıyorsun ve ben yazıyla meşk ediyorum. Sözcüklerle oynaşıyor, kavramlarla sevişiyor ve doyuma ulaşmak için çabalıyorum. Bunu sen tetikliyorsun ve ben seninle uyanan bu duyguyu kaybetmek, bozmak, başka hevesler uğruna tüketmek istemiyorum.
Bu duygunun açığa çıkardığı hissiyatla, ortaya çıkan dürtülere kapılıp bu büyüyü HİÇ etmek istemiyorum.
Çünkü bir adım ilerisinde aç gözlülüğüme yenik düşüp, daha fazlasını istemeye başladığımda, karşılanıp karşılanmayacağını bilemeyeceğimiz başka beklentiler içinde bulacağım kendimi.
Tutkular, arzular, çekişmeler, sahip olmak istemeler… Bunları aşabilecek bir düzeyde mi insanlık alemi? Kibrimize yenik düşmeye başladığımız anda birbirimizi de tüketmeye başlayacağız. Ve yine ‘niyetlerimiz’in dışına çıkacağız, tekrar yolumuzu bulmak uğruna savrulacağız. Mutlaka yeni ve başka deneyimlerin sahibi olacağız, onlar da bizim olacak ve yine biz ‘biz’ olacağız. Ama kendi arayışımız yine sekteye uğrayacak ve varlık “özü gereği kendini aş”amayacak ta ki bilinmez bir zamana değin.
İhtiyacım olan ve beni mutlu eden şeyi bulmuşken, neden aç gözlü olayım, neden kibrime bile isteye yenik düşeyim, neden bundan tatmin olmuyormuş gibi yaşayayım?
Neden doymayan kursağımla, elimdeki şeyin değerini bir hayalin üstüne atfederek (insanın en kıymetli hazinesi) zamanımı heba edeyim? Bir anın büyüsünü bilinmez (ya da kestirilebilir) bir tecrübeye neden değişeyim ki?
Bana farklı bir tecrübe sunuyorsa maceranın bir değeri bir anlamı olabilir. İnsanın aştığı şeyleri tekrarlaması zarardan başka ne getirebilir ki ona? Hem böylesi bir macerayı hiç tattı mı insan-ı Adem/Havva?
Bozmamak, tüketmemek, fazlasını isteme aç gözlülüğüne, hep daha fazlası olabileceği kibrine düşmemek, isyan ve inkar etmemek macerası…

- Hayatın bir de bu macerasını yaşat ey AŞK!

Ruhlar Varlıklarını Nesneler Üzerinden Anlatıyor


İnsanlar nesnelere sahip olmaz, nesneler hangi insana ait olacaklarına karar verirler.
Sabırlıdırlar ve sahiplerini bulmak uğruna milyonlarca km yol kat edebilirler. Ve ruhları vardır, zekaları, hafızaları, deneyimleri… Sahiplerine ulaşmak için çıktıkları yolculukta bir dolu hayata tanıklık ederler. Eğer duymayı bilirseniz, başka hayatlar hakkında, şahit oldukları, deneyimledikleri hayatlar hakkında bir çok sırrı ifşa ederler…
Varlıkları bir uğurda oradan oraya savrulurken, bulundukları yerin ve kişinin ruhuna bürünürler.
Nesneler, o sessiz ve durağan varlıklar, duymasını bilene, görmesini, hissetmesini ve hatta anlamasını bilene çok şey anlatırlar ve onlar ait olmadıkları yerde pek fazla durmazlar, saklanmazlar; sadece doğru zaman gelene kadar bir müddet konaklarlar.
Ait oldukları yere ulaştıklarında, varlık amaçlarını gerçekleştirdikleri anda, o şeye karışır ve o şeyle bütünleşirler. Sahibiyle ‘bir’ olurlar ve siz o nesneye baktığınızda ait olduğu kişiyi bilir ve görürsünüz.
Ruhlar varlıklarını nesneler üzerinden anlatır ve canlı cansız her varlığın bir ruhu vardır ve tabii bir de ait olduğu parçayla bütünleşmek uğruna girdiği ve mücadele verdiği bir amacı…