19 Ekim 2011 Çarşamba

alive

Başkalarını anlamaya çalıştıkça ruhu kalabalıklaştı, kalabalıklaştıkça yalnızlaştı, tüm parçaların arasından kendine ait olanı bulmak imkansızlaştı.
Anlamaya çalışmamak daha iyiydi biliyordu. Anlamsızlık daha iyi.
Tüm analama çabalarıyla varılan sonuçlar yine kendi anlamlarıydı nasılsa...
Kendine sıra gelip de bir anlayabilseydi keşke, o keşmekeş yalnızlığın içinde.
Anlam yüklediklerini gözden geçirmeyip, takmayıp, dağınık bıraksaydı da yeterdi.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Mükemmellik Erdemdir (Yerse...)

- Hiç kimse mükemmel değildir.

- Herkes mükemmeldir. Sadece mükemmel olmak için değil olmamak için çaba harcar. Hergün kendini başka şekillerde öldürür. İçkiyle, sigarayla, yemeklerle, takıntılarla, hırsla, kıskançlıkla, uykuyla, dedikoduyla; başka hayatlara duyduğu özlemle kendi hayatını hiçe sayar bir de başka hayatlara bakarak hükümler verir, yargılar, ceza keser ve bilmez beyninden çıkan her düşünce zerresinin yine ona döneceğini... 
Başkaları için gösterdiği özeni önce kendine gösterebilirse şüphe yok ki mutluluk ardı sıra gelecektir.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

İşin Sırrı Kovalamakta Değil Yakalamaktaymış Meğer


Esbjörn Svensson 14 Haziran 2008 günü, sualtı dalışı esnasında öldü. Kartalların 40 yaşına ulaştıklarında, hayatlarına devam edebilmek için, evrimleşmek ve yenilenmek için gaga ve tırnaklarını sancılı bir uğraştan sonra, taşlara vura vura çıkarttıkları ve aylarca süren bu ıstıraplı süreci atlatıp yeni hayatlarını yenilenmiş formlarıyla devam ettikleri sürenin üzerinden henüz 3-4 yıl gibi bir süre geçtiğinde ölmeleri ne kadar elim ise, Esbjörn’ün öldüğünü duymak benim için bir o kadar üzücü oldu.
Esbjörn Svensson Trio adlı İsveçli bu grupla ilk tanışmam 2004 yazında Strange Place For Snow albümüyle oldu. Albümün 5. sıradaki Bound For The Beauty Of The South parçasına deli divane aşık olduğumu çok iyi hatırlıyorum. Ve ne yalan söyleyeyim bu aşk hala küllenmiş değildir. Sanatta, modanın gelip geçiciliğine prim vermeyen ve her daim güncel ve geçerli olabilme özelliği taşıyan eserlere klasik denir ya evet kesinlikle bir klasik! Hatta anlatmakla boşa yorulmayayım, ikram edeyim siz de biraz tadına bakın. Yıllanmış iyi kalite şarabın bir yudum tadına bakarsınız da ağzınızda buruk bir tad, kadifemsi bir doku ve soft bir his bırakır, farzedin bu nazik ziyaretinizi kaliteli bir kadeh kırmızı şarapla taçladırayım ve artık hikayeme  giriş yapayım.



Yıl 2006, istihbaratıma göre Esbjörn Svensson Trio Odtü’de bir konser verecekmiş. Hemen eşe dosta haber saldım: “hadi gidelim!” Cık.. kimse gelmek istemiyor. “Eh n’apalım tek başına gideyim bende.” Kimse gelmek istemiyor diye bu fırsatı değerlendirmeyecek değildim herhalde. Nitekim gittim. Salon ağzına kadar jazz severlerle dolu. Amfivari koca salon birden karanlığa büründü ve bunu sessizlik takip etti. Bütün kafalar –ki bu sadece bir tahmin- sahnenin olduğu yöne çevrili vaziyette paketten ne çıkacak diye kımıltısız bir şekilde bekliyor. Sahne ışıklarının şahane olduğuna kanaat getirdiğim renkli ışıklar triomuzun üstünde parladığı anda müzik de başladı. Gözlerim ve kulaklarım şenlik havasıyla eğleşirken, huzurlu bir nefes alarak arkama yaslandım. Birkaç parça sonrasında yine en sevdiğim parçalardan biri olan Serenade For The Renegade’yi çalma ya başladılar. Işıkların ahengiyle parça öyle büyülü bir havaya büründü ki, bu anı ölümsüzleştirme hissi dürtmeye başladı. Duyarlı vatandaş olma kaygısıyla, o zaman için epey paraya aldığım yüksek megapixell’i telefonumu kapattığım için çaktırmadan çantamdan çıkararak, çaktırmadan açma teşebbüsünde bulundum. Keza telefonun öyle afili açılma stili vardı ki, kendi çapında bir bilgisayar edasıyla bir türlü açılamadığı gibi, ışıl ışıl ortalığı aydınlatması da cabasıydı. Sesinin titreşimlerinden tipik Ankara kuralcılığı yayınlan ciddi ve mesafeli hanımefendinin uyarısıyla telefonu ışığı kaybolacak kadar sakladım. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra, açılmış olması ümidiyle tekrar kaldırdığımda ikinci uyarı beni o an için oldukça sarstı ve hayal kırıklığıyla telefonumu kapatıp kızgınlıkla arkama yaslanıp kendimi müziğe vermeye çalıştım bir süre. Yaklaşık bir saatin sonunda konser bittiğinde, burukluğumu atlatmış evimin yolunu tutmuştum. Hayatım boyunca gittiğim en keyifli iki konserden biriydi. İyi ki gitmişim hissiyle gururlanırken o anı kaçırmış olmanın verdiği pişmanlığın ağırlığını hep hissedeceğimi henüz bilmiyordum.
Yıl 2008, istihbaratıma göre Esbjörn Svesson ölmüş. Bu olayın ardından –tabii o süreçte içinde bulunduğum halet-i ruhiyeyi de hesaba katarsak kendimce bir takım kararlar aldım. Şimdi aynı durumla karşı karşıya kalsam omzumu dürten kişiye “vakit varken tomurcukları topla, bugün gülümseyen bu çiçek yarın soluyor olabilir” derdim.

Bir Var Bir Yokmuş


Dünya algıladığın, gördüğün gibidir; hangi hissiyatla doldurursan içini o ruhla dolup taşar. Üzerine geçirdiğin rengârenk kılıflar değiştirmez karakterini, neyse odur; senin için varsa var yoksa yoktur. Hem var hem yoktur, ne kadar anlamaya çalışırsan anlamı o kadar çoğaltır o kadar uzaklaştırırsın kendinden. Sınırsız bir boşluğun içinde kendi kuyruğunu yakalamaya benzer bu. En yakın ama en uzak mesafedir de aslında. Kovaladığın için en uzak, sana ait olduğu için en yakındır. Anlamları belirleyense sadece seçimlerdir, seni oluşturan şey her neyse ve sana ne bahşettiyse onlar kılavuzluk eder seçimlerini yapabilmen için yönünü bulman konusunda. Ama en başta sana sunulanları, istesen de yırtınsan da değiştiremeyeceklerini ve değişenleri kabul etmek durumundasın. Sen varsın ve senle var her şey. Sen yoksan bir eksik değil, yok ki…
Dünya algıladığın, gördüğün gibi değildir; dünya hakkında öğrendiklerin ve bildiklerin sana kim tarafından nasıl aktarılmışsa onun anlamlandırdığı gibidir. Ne sen oraya aitsin ne de dünya senin kavramlarınla inşa edilmiştir. Bir başkasının dünya perspektifidir ve dolayısıyla hayaldir, hatta yalandır ve sen sorgulamadan o yalanın içinde yaşarsın; yorgun gözlerinle yaptığın alacalı bulacalı kılıfları dermansız ellerinle başkalarının onayıyla çok güzel olduklarını düşünerek dünyana uydurmaya çalışırsın. Her bir tarafını çekiştirip geçirmeye çalıştıkça içinde hem bir şüphe hem de bir umutsuzluk ezgisi sesi yükselerek çalınmaya başlar. Bir sorun var AMA NE?!!! İçeriden ve dışarıdan gelenin kavgasıdır gözlerinin, düşüncelerinin önünde yaşanan. Öyle bir patırtıdır ki öfke doğurur, o öfke ki gözleri ve kulakları yoktur. Yıkmaya, parçalamaya, bölmeye gelmiştir. Ruhunla bedenini ayırmaya, ruhunu yok etmeye, senin olanı senden koparıp alarak besler, büyütür kendini ve hâkimiyeti ele geçirir gölgelerin gücü adına… İşte o zaman dünya hem vardır hem yoktur, hem senindir hem de değil, gördüğün gibidir, değildir de; birinden biridir ama HANGİSİ? Bir öyledir bir böyle, bir uçtan diğerine koşturursun düşünce frekansları arasında, köşe kapmacalar oynarsın; öyle yorar ki bu seni halk dilinde buna ölü toprağı var üstünde denir. Ölü toprağı değildir o, yalan, olmayan bir dünyanın gölgesinin altında ezilmektir, güçsüz, çaresiz kalmaktır.
Bir açıklık her zaman vardır, insan eliyle yapılan hiçbir şey mükemmel olamaz çünkü, o açıklığı bulabilmek senin algı kapılarını ne kadar cömertçe ve korkmadan açabildiğine bağlıdır. O açıklıktan bir zerre havanın girmesine bile müsaade etsen, sana ait olan ama zorla inşa edilen hâkimiyetin gücünü kırarsın; dönüp arkana bakma cesaretini gösterirsen kapkaranlık, yaban, korkutucu bir orman olur göreceğin ya da bakmayıp zaten neler olup bittiğini anladığında gözünde canlandırır yoluna devam etmeye çalışırsın. Yorgun düşmüşsündür, toparlanman gerekir ve bir yol haritasına ihtiyaç duyarsın, ihtiyaç duyduğun şeyi bir şekilde çağırırsın kendine -ki ihtiyacın olan şey hep yanı başındadır zaten- ve rehberinle kaldığın yerden devam edersin yola. Olup biteni algılayıp gördüğünde daha da güçlenirsin. Güçlendikçe hareket kabiliyetin artar ve yine yeni dünyaya hoş gelirsin. Kendini galip hissedersin ama her zaman galip mağluptur aslında çünkü kazanç ya da kayıp yoktur. Varsa kendini yener kendin kaybedersin,  çünkü bir tek sen varsın ve senin algıladığın gibidir dünya.
 Sağ yanında ölüm sol yanında yalan yer alır, sen onların orda her zaman durduklarını bilerek devam edersin yola, ara sıra onlara danışman gerekir ki öyle olmasa da onlar varlıklarını hissettirir zaten sana. Evren sen düşüncelerinle var edebildiğin, var kıldığın için yaratılan en mükemmel şeydir. Dünyanın neye ihtiyacı varsa o sunulur hizmetine, kendini kandırmaktan vazgeçmen için üstüne felaketlerin yağdırılması hiç de adaletsizlik sayılmaz, asıl haksızlık isyan etmek, kendine acımaktır. Güzel olan dünya değil, dünyayı güzelleştiren düşüncelerdir.
Tüm bunları görebilmek değildir önemli olan, marifet bunu hissedebilmek, yaşatabilmek ve buna gerçekten inanabilmekten geçer. Asıl erdem kendini kandırmamaktan geçer. Kendini de dünyayı da gerçekte olduğu gibi algılamaya çalışmak onu ve dolayısıyla kendini sevmektir. Kendini sevmekse anlayabilmektir, kendin ve dünya hakkında her neyi merak ediyorsan… Anlamak için acele etmeye gerek yok zaten olması gerektiği seyirde ilerler her şey.
Sabırla dut yaprağı atlastan kumaş olur.

14 Ağustos 2011 Pazar

Kendi Canı Çekince Gelir İlham


Bana ilham veriyorsun ey AŞK! Hayatımın bir parçasına anlam katıyorsun. Varlığımın bulunduğu basamaktaki ihtiyaçlarına karşılık geliyorsun.

-         - Benim bir amacım var.

Küçücük yaşamlarımdan itibaren hep istediğim, yaşamın beni sürüklediği yerlerde tutkusunu kaybettiğim ama yeniden tutuşmaya meyilli bir amacımı alevlendiriyorsun. Aklımı uyarıyorsun ve ben yazıyla meşk ediyorum. Sözcüklerle oynaşıyor, kavramlarla sevişiyor ve doyuma ulaşmak için çabalıyorum. Bunu sen tetikliyorsun ve ben seninle uyanan bu duyguyu kaybetmek, bozmak, başka hevesler uğruna tüketmek istemiyorum.
Bu duygunun açığa çıkardığı hissiyatla, ortaya çıkan dürtülere kapılıp bu büyüyü HİÇ etmek istemiyorum.
Çünkü bir adım ilerisinde aç gözlülüğüme yenik düşüp, daha fazlasını istemeye başladığımda, karşılanıp karşılanmayacağını bilemeyeceğimiz başka beklentiler içinde bulacağım kendimi.
Tutkular, arzular, çekişmeler, sahip olmak istemeler… Bunları aşabilecek bir düzeyde mi insanlık alemi? Kibrimize yenik düşmeye başladığımız anda birbirimizi de tüketmeye başlayacağız. Ve yine ‘niyetlerimiz’in dışına çıkacağız, tekrar yolumuzu bulmak uğruna savrulacağız. Mutlaka yeni ve başka deneyimlerin sahibi olacağız, onlar da bizim olacak ve yine biz ‘biz’ olacağız. Ama kendi arayışımız yine sekteye uğrayacak ve varlık “özü gereği kendini aş”amayacak ta ki bilinmez bir zamana değin.
İhtiyacım olan ve beni mutlu eden şeyi bulmuşken, neden aç gözlü olayım, neden kibrime bile isteye yenik düşeyim, neden bundan tatmin olmuyormuş gibi yaşayayım?
Neden doymayan kursağımla, elimdeki şeyin değerini bir hayalin üstüne atfederek (insanın en kıymetli hazinesi) zamanımı heba edeyim? Bir anın büyüsünü bilinmez (ya da kestirilebilir) bir tecrübeye neden değişeyim ki?
Bana farklı bir tecrübe sunuyorsa maceranın bir değeri bir anlamı olabilir. İnsanın aştığı şeyleri tekrarlaması zarardan başka ne getirebilir ki ona? Hem böylesi bir macerayı hiç tattı mı insan-ı Adem/Havva?
Bozmamak, tüketmemek, fazlasını isteme aç gözlülüğüne, hep daha fazlası olabileceği kibrine düşmemek, isyan ve inkar etmemek macerası…

- Hayatın bir de bu macerasını yaşat ey AŞK!

Ruhlar Varlıklarını Nesneler Üzerinden Anlatıyor


İnsanlar nesnelere sahip olmaz, nesneler hangi insana ait olacaklarına karar verirler.
Sabırlıdırlar ve sahiplerini bulmak uğruna milyonlarca km yol kat edebilirler. Ve ruhları vardır, zekaları, hafızaları, deneyimleri… Sahiplerine ulaşmak için çıktıkları yolculukta bir dolu hayata tanıklık ederler. Eğer duymayı bilirseniz, başka hayatlar hakkında, şahit oldukları, deneyimledikleri hayatlar hakkında bir çok sırrı ifşa ederler…
Varlıkları bir uğurda oradan oraya savrulurken, bulundukları yerin ve kişinin ruhuna bürünürler.
Nesneler, o sessiz ve durağan varlıklar, duymasını bilene, görmesini, hissetmesini ve hatta anlamasını bilene çok şey anlatırlar ve onlar ait olmadıkları yerde pek fazla durmazlar, saklanmazlar; sadece doğru zaman gelene kadar bir müddet konaklarlar.
Ait oldukları yere ulaştıklarında, varlık amaçlarını gerçekleştirdikleri anda, o şeye karışır ve o şeyle bütünleşirler. Sahibiyle ‘bir’ olurlar ve siz o nesneye baktığınızda ait olduğu kişiyi bilir ve görürsünüz.
Ruhlar varlıklarını nesneler üzerinden anlatır ve canlı cansız her varlığın bir ruhu vardır ve tabii bir de ait olduğu parçayla bütünleşmek uğruna girdiği ve mücadele verdiği bir amacı…

29 Temmuz 2011 Cuma

Bu nasıl mesele/İç Bir Rezene



    
    

“Eğer kuantum teorisini anladığınızı düşünüyorsanız, hiçbir şey anlamamışsınız demektir”. (Feynman)
                                     

          İçinde kaybolup sonra içinde daha fazla kaybolmak istediğim, Schrödinger'in kedisi olmayı hiç istemediğim, bilim mi düşünce sistemi mi tanımlamakta zorlandığım bu yeniçağ öğretisi hakkında, ne anladığımı ne anlamadığımı düşünüyor değilim. İçinden çıkılamayan bunca paradoks varken, kendi aklımdan şüphe etmeye başladığım noktada, yeni bir paradoksla daha karşılaşmak bir an için ürkütse de bir nebze de olsa su serpti yüreğime. Neden mi?
Çünkü anlamadım…
     Önce bunu anlamanın çok üstün bir zeka gerektirdiğine, sonrasındaysa –cvlere yazılan iyi derecede İngilizce bilgisi gibi iyi derecede fizik bilgisi olması gerektiğine karar verdim. Fizik öğrenebilirdim, bunu bile göze aldım yalan yok. Ancak sonra usumda beliren Matrix sahnesiyle hidayete erdim sandım. Malumunuz olduğu üzere Saypır’ın Ajan Simit’e yemek masasında sarfettiği cümle: “Cehalet MUTLULUKTUR”.
Çok iddialı iki alıntı üzerine yazmakta zorlanıyorum şu an. Fazla iddialı olmaktan kaçınmam gerekmiyor belki de. İddialı olunması hoşuma gitse hatta beni cezbetse de, içine girmiş olduğum içsel yolculuktan kelli bir tür yapay mütevaziye kaymaktan oldukça çekiniyorum. Ne de olsa gereksiz tevazu tevazuların en kötüsü.
     Neyse konuya dönmek icap eder şu noktada, lakin içinden çıkmakta zorlanacağım bir noktaya gark edebilir beni bu mesele.
     Açlık ve toklukta bulunabilir sanırım bu paradoksun cevabı. İnsanın her konuda belli bir doyum noktası olduğu varsayımını yapacak olursak –ki az çok bir sonuca ulaşabilmek istiyorsak illa ki bir şeyleri var saymamız gerekecek- insan aç bir varlıktır. Hatta kimilerince doyumsuz olduğu bilem söylenir ancak biz bunu bu yazının hidayeti ve yazarın sonuç kısmından duyduğu kaygı nedeniyle şimdilik yok sayıyoruz.
     Gelelim insan hangi durumda mutlu olabilir? (Tabii ki bu sırrı ifşa etmeyeceğim)
     Açken mi, doyduğunda mı?
     Yoksa açlığını yatıştırmaya çalıştığı, doyuma ulaşmadığı o ara noktada, sadece ve sadece o AN’da mı?
     Acıkmak, açlığını bastırmaya çalışmak/çabalamak, doymak ve başka bir açlığa erişmek… O kısacık sürecin hazzını yaşamak, meyvesini yiyebilmek uğruna girişilen bir mücadele. Tüm bu minimal mücadelelerin oluşturduğu çembere de hayat gailesi denilse gerek…
     Demek ki acıkıyor ve doyuyor ya da doyuruluyoruz. Bazen koca bir şenlik sofrasından aç kalkıyoruz. Yine de doyabilmek veya az da olsa açlığımızı bastırabilmek uğruna bir koşturmaca içinde yaşıyoruz.
     Bir sonuca ulaşmamız ve sonunda huzura ermemiz gerekecekse…
     Hayat bir günmüş o da şu anmış 
     Doyum yoksa sadeleşme olmazmış.
   Anlayamadığım, anlamaya çabaladığım, bu döngü içerisinde aslında bir noktaya ulaşmanın bir anlamı olmadığını hatta bir noktaya ulaşılamadığına son kertede kanaat getirdiğim bir SÜRECin, içinde debelenmekten memnun bir hisle yazımı nihayete erdirmenin kıvancı içerisindeyim.
   Aynada gördüğüm aksimin bakışlarındaki zarafet, nedamet ve cesarete gülümserken, bilgiye, aşka, inanca, sevgiye ve daha bir dolu yaşam emaresine duyduğum ve duyacağım açlığa şükranlarımı sunuyorum.








16 Temmuz 2011 Cumartesi

Deliliğe Övgü'den


Ulu tanrılar! Sergilenen ne gülünç bir oyundur; sergileyenler ise ne muhteşem bir deliler topluluğudur. İşte size kalbini genç bir kadına kaptırmış aşık; kadın onu ne kadar reddederse ona o kadar bağlanır. Öteki ise evleniyor ama aklı fikri kızın çeyizinde. Biri genç karısını kendi elleriyle pazarlarken; diğeri Argus gibi kıskaç gözlerini bir an olsun karısının üzerinden ayırmıyor. İşte size matem tutan biri; vah vah, ne delice şeyler söylüyor ve yapıyor. Üstelik kendine eşlik etsin diye para karşılığında ağlayacak insanlar da tutuyor. Bir başkası ise kayınvalidesinin ölümünden duyduğu sevinci gizlemek için gözyaşları döküyor. Elinde avucundakini midesine indiren adam biraz sonra kuru ekmeğe talim edecek. Mutluluğu tembellikte ve uykuda arayan da var. Kimileri kendi işlerini ihmal edip başkalarının yardımına koşuyor. Kimileri ise iflasın eşiğinde olmasına rağmen borç harç zenginmiş gibi davranıyor. Peki daha da zenginleşmek için dilenci gibi yaşamaya katlanana ne demeli? Ya da parayla satın alınamayacak tek varlığını yani canını rüzgâra ve dalgalara teslim ederek sonunda eline geçeceği bile belli olmayan birkaç kuruş uğruna denizleri aşana? Kimileri de evinde huzur ve güven içinde yaşamak dururken talihini savaş meydanlarında arıyor. Çocuksuz yaşlıların etrafında dolananlar onun mirasına konarak kolay yoldan zengin olmayı düşlüyor. Tuzağına düşürmek istediği insanların kurnazlığı sonucunda kendi kazdıkları kuyuya düştüklerini izlemek daha da keyifli oluyor. İçlerinde en ahmak ve en sefil olanları da tüccar sınıfıdır. Para aşkıyla en alçak yöntemlere başvurmaktan çekinmezler. Yalan söylediklerini; yalan yere yemin ettiklerini; çalıp çırptıklarını; hilecilik ve dolandırıcılık yaptıklarını dünya alem bilse de sırf parmaklarını altın yüzüklerle donattıkları için kendilerini herkesten üstün görürler. Kirli servetlerinden birkaç kuruş koparabilmek umuduyla onları öven ve şerefli unvanlara layık gören yağcı dilenciler de hiç eksiz olmaz.
(Desiderus Erasmus)


İlüzyon



           Zincirler var ardında, çengellerle omuzlarına tutturulmuş. Yürüyorsun ya da yürümeye çalışıyorsun. Çok güç adım atmak. Ardındakileri de peşinden sürüklemeye çabalıyorsun. Öne doğru her hamle yapışında bükülüyor omuzların. Yüklerini taşıyamıyor, omuzların bükülüyor ve sen yoruluyorsun. Onlarla birlikte yürüyemeyeceğini anlıyor yine de bir mucize olacakmışçasına hala olduğun yerde debeleniyorsun. Mecalin kalmasa da zincirler gergin sırtında. Uzunca bir uğraştan sonra bir an duruyorsun, bir adım geri atarak zincirleri gevşetiyor ve ardına bakıyorsun. Gördüğün manzara, hayatını sığdırdığın ve sen de dahil hiç kimsenin taşıyamayacağı tonlarca insan ve olaydan ibaret. Geçmişte kalanları neden taşımaya çalıştığına cevap bulamadığında davranıyorsun sırtındaki bir çengele ve bırakıyorsun olduğu yere. Sonra iki, üç, dört… Çıkarıveriyorsun öylece. Sonra bir adım atıyorsun. Tüy gibi hafif bedenin uçuyor sen hareket ettikçe. Şimdi yürümek öyle kolay ki…


Çelişik

Kazdığım kuyuya
Kendimi attım sonra
Toprak kokusunun hazzıyla
Raks ettim kurnazca
Ve görünce dipsiz dipçiği
Dipçik çarptı kafama
Az gittim
Uza vardım
Usum uza karıştı
Uçsuz kaldım kuyuda
Bucağım pür telaşta

Ucuz Aşk Hikayeleri Kataloğu



Büyülü bir aşk uğruna peşinden sürüklediğin ruhunun arayışı kendidir.
Kendinedir her yol sonundaki dönüşler.
Sığınacak bir sığınak aradığında içindeki sana sarılırsın yine ve her defasında…
Kendine söylediği yalanlardandır kendiyle yalnız kalmak istemeyişi...
Arabesk duygular içinde aldatılanı oynamak bunca haz verirken 'ben'liğine, aldatan olmayı kaldırmaz yüreğin; hele ki bu kadar yakından tanıdığını sandığın kendini böylesi yalanlarla süslemişken...
Aldandığını düşünmek işine gelir insanın. Dışarıda bir günah keçisi aramak, içerideki düşmanı sorgulamaktan daha kolaydır her zaman.
İtiraf etmek istemez yüreğin, her şeyi anladığın, bildiğin halde nasıl kendini bu kadar kolay aldatabildiğini…
Masallarda, efsanelerde dinlediği aşkın, tozpembe hayallerini, mavi gerçekliğe bırakmak, emanet edebilmek çok zordur çünkü.
Hayata kendini emanet edebilmeyi, kendinden feragat edebilmeyi, mor rengin en güzel tonuna ulaşabilme çabasını gerektirir.
Ve bu yorucu bir iştir…
Çünkü insan sevmeden sevilmeyi, uğraşmadan elde etmeyi kendinde hak görür.
O da herkes kadar özeldir ne de olsa…
Sadece istemenin yeterli olacağı yanılgısına düşürüverir kendini.

***

Yalnızlığın seni bekler, ta ki açıklamanı duyacağı güne kadar sıkıntı verir omuzlarında tonlarca yük varmışçasına.
İtirafların en zorudur bu, çünkü sonunda kabullenmek vardır. Kaldığın yerden devam etmemek…
Oysa sen bağımlılığı, devamlılığı, tanıdığın bildiğin yaşamı istersin korkuların, endişelerin sisi ardından yol alırken. Bilmediğin kervanda yalnız kalacağını, yalnızlığınla baş başa olacağını bilirsin.
Yüzleşmek utancının ardında sığınacağın bir 'sen' olmaması, insanlar içinde çıplak kalmak kadar ürperti vericidir. Ürperti veren, memnun olmamak, kendini sevmemektir.
Kendini beğenmenin dayanılmaz hazzını yaşarken, küçük düşeceği kaygısıyla atar kalbin ve bir süre de bu his yaşatır yüreğini.
Oysa hayat, yaşamla baş edebilmek için kendini telkin edebilecek bir uğraş bulabilmekten ibarettir.
Sense bu telkini her kalp çarpıntısında ötelersin, ta ki çarpıntılar yavaşlayıp, yerine bir diğerini buluncaya değin...
Belki de bazıları sırf bu yüzden gelir dünyaya; bilip de yapmamak için...

14 Temmuz 2011 Perşembe

Muhafazakârlık aslında neyi muhafaza eder?




(Muhafazakârlık olgusu üzerine bir deneme)

Bazı kurum ve kavramların, yanlış ve/veya farklı amaçlar güden güçlerin eline geçmeleri durumunda sosyal yaşamda nasıl da derin tahribatlara neden olabildikleri herkesin malumudur… Toplumsal ve kültürel yaşamda önemli bir yer tutan gelenek, ahlak ve alışkanlıkların, dini ritüellerin keza buna bağlı olarak toplumsal yaşayışın yönünü belirleyen bazı kavramların siyasetle ekonominin malzemesi haline gelmesi durumunda, ne denli tehlikeli bir silaha dönüştüğü gerçeğini yadsıyabilir miyiz?

Dünya bilinçsiz bir muhafazakârlığa doğru gidiyor. Ve ne acıdır ki, son yıllarda yükseliş trendine giren muhafazakârlık eğilimi, toplumların kaderini belirleyecek hayati kararların alınmasında da ciddi bir rol oynuyor.
 Tam bu noktada, ‘muhafazakârlık’ olarak isimlendirilen, bazı mistik veya örtülü emellere hizmet etmesi olası, sonradan oluşturulan ve sunulan hayat tarzının, içi boşaltılmış kavramlarla kof bir tavır içerisine sokulabileceğini ifade etmek yerinde olacaktır sanırım. Bunun için de öncelikle muhafazakârlık kavramının doğru bir şekilde anlaşılması, kavramın neyi anlattığının iyi analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Tüm dünyada liberalizmin ortaya çıkardığı iktisadi sorunlardan kaynaklanan siyasal, toplumsal ve ekonomik değişikliklerin yapılmasını zorunlu hale getiren sistem eksiklikleri, sosyal alanda da bazı değişikliklerin yapılmasını zorunlu kıldı.  Yaşananların sonucunda da muhafazakârlığı, değişim rüzgârına karşı kürek çekmektense, bir yol haritası olarak kullanma gerekliliği doğdu.

Burada değinilmesi gereken iki nokta var kanımca… Bir; liberalizm sistemsel sorunlarını gidermek, kendini devam ettirebilmek ve korumak için muhafazakârlığı mı kullanacaktır? Yani muhafazakârlık bir zamanlar karşı durduğu bir sistem için şimdi bir tampon görevini mi üstlenecektir; yoksa bu sistemin ortaya çıkardığı sorunlar, muhafazakârlık fikri yardımıyla, yeni toplumsal bir düzenin inşasında mı kullanılacaktır? İki; muhafazakârlık, geçmişten günümüze kadar varlığını sürdüren, kültürel değerlerin ve toplumun olmazsa olmazı bazı kurumların korumacılığını üstlenirken yeni bir oluşumun sağlıklı koşullarda ilerleyebilmesini sağlayacak bir mekanizmaya mı dönüşecektir?

Birçok siyasal ve toplumsal sistemde olduğu gibi, muhafazakârlığın da, gücü elinde bulunduran kötü niyetlilerin eline geçtiğinde, kendi lehlerine ve toplumun aleyhine kullanılabileceği tehlikeli bir araca dönüşmesine imkân veren zaafları mevcuttur. Bu imkân, tarih sahnesinde kendine biçilen görevler nedeniyle kuramlara dair yaşanan anlam kargaşasının yol açtığı bir durumdur aslında. Tıpkı, dinde yeri olmayan inanışların, dindar olmakla bir tutulmasından doğan rahatsız edici tutumlara ve bu kavram karmaşasının ya da yanlış tanımlamaların sosyal huzursuzluklara olanak vermesi gibi… Ya da tıpkı çağdaşlık adına sergilenen bazı aşırı özgürlükçü tavırların belli değerlere göre yaşamlarını yönlendiren kesimler tarafından ‘tukaka’ ilan edilmesi gibi…

Nasıl ki insanlar soyut olguları, kendi yaşam biçimlerine farklı farklı adapte edebilme çabası içine giriyorlarsa, muhafazakârlık da, rölatif bir tutumla değişken bir algılamaya maruz kalmış ve kalmaktadır. Bir bakıma dünya nimetlerini tanımladığı çerçevenin perspektifine hapsolduğunu söyleyebiliriz.
 
Muhafazakârlık, içi boşaltılmış, anlamı değiştirilmiş, TDK’nın sözlüğünde bile ‘tutuculuk’ karşılığını bulan, günümüzde yanlış bir ihtivaya denk gelen, aslında tarihsel ve oldukça derin anlamlara sahip süreçlerden oluşan bir anlayışı ifade eder.

‘Fransız Devrimi ve Aydınlanma Dönemi’ne bir tepki’ olarak ortaya çıkan muhafazakârlık fikri, kaynağını ‘muhafaza etmek’ ten alıyor. Muhafaza etmek, yani korumak, saklamak…

Bu boyutuyla muhafazakârlık olgusu büyük değişimlere ve devrimsel farklılık yaratma çabalarına karşı bir direnişi, var olanı korumayı, toplumsal ve kültürel değerlerin sürdürülmesi için gösterilen siyasal ve sosyal bir çabayı ifade ediyor.

Muhafazakâr yaklaşımın “değişim”e karşı gösterdiği bu direnç, her ne kadar tarihte üstlendiği roller nedeniyle ‘tutuculukla’ eş değer kabul edilmesine neden olsa da, toplumların yüzyıllar boyunca biriktirdiği değerleri ve oluşan kültürel mirası korumaktan öte bir amaç gütmez. Toplumsal bir tampon görevi üstlendiğinden toplumsal birlikteliği şiar edindiği için homojenliği savunur. Toplumu savrulma ve bölünmelerden uzak tutmaya, adı üzerinde “muhafaza etmeye” çalışır.

Burada sorgulanması gereken, her köklü değişimin beraberinde gelişmeyi de getirip getirmediği sorusudur? Yani geçmişten gelen her şey kötü müdür? Gelenek, bir kültürün iyi ve kötü yanlarını geleceğe taşırken buna her zaman kuşkuyla mı yaklaşılmalıdır? Muhafazakârlık, devrimsel ve toplum yararına yapılan her dönüşüme karşı ve muhalif bir duruş sergilenmeli midir?

Muhafazakârlığın yıldızı ‘akılcılık’la hiçbir zaman barışmamıştır… Muhafazakar tutum, öznel bir akılcılığı içinde barındıran rasyonalist kararlarla toplumun şekillendirilmesine ya da yönlendirilmesine taraftar olamaz. İşte bahsedilen yanlış anlaşılma buradan kaynaklanmaktadır: Nedir bu yanlış anlama: “Muhafazakârlık tüm toplumsal değişimlere, tüm toplumsal dönüşümlere karşıdır.” Oysa muhafazakârlık genel olarak algılandığı gibi  ‘gelişim’e değil, ‘toplumsal bozulmaya’ karşı bir önlem niteliğindedir.

Üstüne yapışan bu yanlış anlaşılmalar nedeniyle muhafazakârlık, çoğu zaman radikal dinsel görüşlerle bağdaşlaştırılır. Bunun bir sebebi de, muhafazakârlık kavramının tarihsel süreçte, bilimin, sanatın, felsefenin ağırlık kazanıp dinin siyasi erki yitirmeye başladığı bir süreçte meydana çıkmış olmasıdır. Böylesi bir sabit fikirlilik bilimsel açıdan bakıldığında oldukça yoz bir havaya bürünmektedir. Oysaki tarih,  yaşandığı sürecin özel koşulları paralelinde değerlendirildiği ölçüde bilimsel bir nitelik kazanabilir. Yani dün ‘yanlış’ kabul edilen bir düşüncenin bugün kesinlikle ‘doğru’ olmasını beklemek bilimsel bir tutum olamaz.

Muhafazakâr dünya görüşü, aile ve din gibi toplumun temel taşını oluşturan kurumların, sosyal yapıda üstlendiği roller açısından korunmasının gerekliliğini savunur. Yeni dünya düzeninin ortaya çıkardığı sosyal kopuşların bireyi yalnızlaştırdığını iddia eden muhafazakârlık, toplumsal yapı içinde bireyin toplumsal bir çözülme olmaksızın hayatını sürdürebilmesinin gerekliliğini savunur.

Muhafazakârlık tarihsel süreç içerisindeki olaylara göre, liberalizm, faşizm, komünizm gibi totaliter rejimlere karşı çıkmıştır. Siyasal bir görüşe karşı durmaktan ziyade, toplumsal bir düzen oluşturma çabası içine girmiştir. Bu özelliği de onun, mevcut sosyal yapı karşısında büründüğü kimlikler nedeniyle yanlış anlaşılmasına neden olmaktadır. Toplumsal bir mekanizma olmaktan öte, siyasal bir ideoloji olarak algılanmasının bir nedeni de 1960 sonrası siyasal süreçte neo-muhafazakârlığın iktisadi yönelimlerinin sonucudur aslında.

Muhafazakârlığın,  tarihsel süreçlerde üstlendiği farklı sorumluluklar, asıl görevi olan koruma güdüsünün gözden kaçmasına ve değişik ideolojik yaklaşımlarla birlikte anılmasına neden olmuştur.

Burada oluşturulması gereken ve ortaya çıkacak sorunların en aza indirilmesini sağlayacak olan bakış açısı, sosyal sorunları objektif bir şekilde analiz edip, fikri tanımlamaları doğru yapıp, her türlü toplumsal olayın, ortaya çıktığı zaman, mekân ve şartlara göre değerlendirilmesinin zorunlu olduğudur.

Demokratik toplumlarda muhafazakârlığı radikal değişimlere karşı toplum adına korunmaya değer gördüğü kurum ve yapılanmaların siyasetin bir nesnesi haline dönüşmesine engel olmaya çalışan bir disiplin olarak görmekte fayda vardır. Buradaki vurgu, değişimlerin yavaş ve kademeli, toplumun kültürel yapısına uygun olanakları sağladığı ölçüde olması gerektiğidir. Bu tür bilimsel bir tavır her şeyden önce, siyasal bir iktidarın çıkarlarına hizmet etmekten çok, toplumsal hastalıkları önleyici bir niteliği üstlendiği ölçüde kabul edilebilir.

Demokrasinin pragmatist/faydacı tutumu doğrultusunda değerlendirildiğinde, olguların ve yaklaşımların başarı kriteri, kişisel beklentilere ne oranda hizmet ettikleri değil,  sosyal yaşama ne oranda katkı(lar) sağladıkları olmalıdır.
                                                                    Ayla Sercan Fundalar