15 Aralık 2016 Perşembe

Sofistike


Son zamanlarda, "insan sosyal bir canlıdır" cümlesini düşünüyorum sıkça ve bana öyle geliyor ki bu büyük bir kandırmaca. Elbette sosyal bir tarafımız olduğu kesin. Ancak son kertede yaşadığımız çağda insan abartılı bir sosyal canlı olma yolunda. Tabii ki enformasyon devriminin bunda payı büyük. Sosyal canlılar sosyal kurallar koyar ve onlara uyarlar, uymayanları uyarırlar gerekirse sert bir şekilde. Mesela içinde yaşadığımız faidelerinden çok zararları olan emperyalist düzen için insanın her geçen gün daha da sosyal olması verimli bir durumdur. Kitleleri yönlendirmek tek tek bireyleri yönlendirmekten çok daha kolaydır çünkü. Bir de işin psikolojik kısmı var. Çevresi geniş olmak iyi bir şeydir değil mi? Peki bilir miyiz onca geniş çevremiz içinde kimi ne kadar tanıyoruz ya da tanıdığımız insanlarla ne kadar ve nasıl etkileşime geçiyoruz? "Benim çevrem geniştir" demek "sen benim kim olduğumu biliyor musun?" demekle aynı geliyor bana. O kadar sosyal ve bir o kadar kibirli. 

Kibir demişken aklıma geldi, son zamanlarda kendimi nefsimi tanımaya adadım. Adamak biraz iddialı bir kelime tabii, çabalıyorum diyelim. Nefsine hakim olmaktan bahsediyorlar da bu nefis ne menem bir şeydir onu diyen yok. Onlar da haklı tabii, ben beni bilirim, sen seni. Yüksek sesle söylüyorum "BEN", evet o vücudundaki kara lekeler gibi, küçük, büyük, açık, koyu, renkli, desenli. Her birini kalemle birleştirsem sanırsın yıldızlı gecenin negatif hali. Boşuna dememişler Aydınlanma Çağı, bunca enformasyonun arasında elbette herkes alim, herkes bilgili.

Bir de bu kişisel gelişim bıdı bıdıları var. Bir yere kadar yararlı bulduğumu söyleyebilirim. İnsana yeni bir bakış açısını naifçe kabullenme imkanı sunuyor. Bu bir basamak, bunu da unutmamak gerekir, her şeyde olduğu gibi. Bu yeni bakış açısı insanın hayatına bir süre için elbette bir çok değişim ve güzellik katıyor, ve özgüven tabii ki. Lakin bir çok insan mutluluğun sırrını çözdüğünü zannettiği için bu basamakta kalmayı tercih ediyor. O an için anahtarın elinde olması onun hep orada olacağı anlamına gelmiyor. Hayat akıyor ve senin o noktada kazandıklarını cebine koyup yola devam etmen gerekiyor. Öyle ya, daha öğrenecek çok şey var. Eğer cesaret edip yola devam etmez ya da orada kalmakta ısrar ederse insan, o döngünün içinde sıkışıp kalıyor. Ve bir zamanlar onu mutlu eden bakış açısı artık yapay bir hale, bir çürümeye dönüştüğü için mutsuz eder hale geliyor. Yapılması gereken: topladığın bilgi taşlarını suyun üzerinde sektirerek diğer basamağa doğru yola koyulmaktır. Neyle karşılaşacağını bilmeden ve her şeyi göze alarak... Burada bulacağın şey belki de daha önce öğrendiğin şeyden biraz daha farklıdır. Bu yüzden eski bakış açılarından sıyrılmak belki de ızdıraplı bir süreci de beraberinde getirir. Belki nefsinle savaşır yaralar alırsın ve bir de doğruluğundan emin olarak inşa ettiğin bir çok düşünsel yapının yerle bir olduğunu, hatta uzay boşluğunda asılı kaldığını görür; biraz şaşkınlık, biraz hayal kırıklığı ama en çok da kafa karışıklığı yaşarsın. Ve belki de o an anlarsın, yeniden yıkmak için yeni yapılar inşaa etmeye başlaman gerektiğini.

Siddhartha Gautama, Buda'ya (sanskritçe uyanmış, bilinçlenmiş ve son zamanların popüler kelimesi: aydınlanmış kişiye) dönüşmeden önce, uzun süreli meditasyonlar yaparmış. Bazı kaynaklara göre meditasyonu dinlerin aşırılıklarından arındırdığı için orta yol olarak tanımlarmış. Yani uyanışa götüren bir tür araç. Başka bir kaynakta geçen hikayeye göre ise Buda, en son aşırıya kaçan meditasyonunun içinde iken, Budist bir rahibin iki öğrencisine keman dersi verirken konuşmalarına kulak misafiri olmuş. Rahip, kemanın tellerinin çok gevşek ya da çok gergin olursa düzgün ses vermeyeceğini, bu yüzden tellerin gerekli gerginlik ve gevşeklikte olması gerektiğinden bahsederken, Buda bir anda uyanmış ve meditasyonu bitirmiş. Orada anladığı şey hiçbir aşırılığın dengeye ulaştırmadığını fark etmek olmuş, ve bundan sonra kendini bir anlamda insanlığa adamış. Tabii ki bu noktadan sonra Buda olarak anılmaya başlamış.

Ben de meditasyon yapıyorum, her gün yaklaşık on beş dakika. Amaç tabii ki zihni susturmak, ancak ne yalan söyleyeyim zihin susmuyor, anlatacak çok şeyi var zira. Hazır seni boş yakalamışım dinle söyleyeceklerim var diyor sanki. Ben de dinliyorum başkası konuşur gibi, adeta bir çok "ben" var benden içeri. Bu şekilde yaptığım bir çok meditasyonda küçük aydınlanmacıklar yakaladığımı hissediyorum. Gördüğüm, duyduğum, okuduğum, izlediğim şeylerle ilgili minik uyanışlar. Mesela bunlardan bir tanesi Buda'nın hikayesine dairdi. İçimdeki "ben"lerden biri bu hikayede geçen Budist rahibin sözlerini tanrı kelamı olarak niteledi. Diğeri ekledi: bu kelamlarla, işaretlerle her an her yerde karşılaşıyor olabileceğimizi... ve bir diğeri dikkat kesilmeliyiz dedi. Sonra zihin, kapalı gözlerin ardındaki ışıklı gölgeli akışkan görüntüye daldı ve bir süre sessiz kaldı.

Kısa bir süre sonra bir bilim sitesinde bir bilgiye rastladım: Lisa Park isimli bir sanatçı duygu ve düşüncelerinin EEG taramalarını suya yansıtıyor. Sanat projesi kapsamında yürütülen bu çalışma mucize değil elbette, bilim ve teknoloji bize bu imkanları sağlayabiliyor. Lisa Park bu çalışmada hislerini üzüntü, mutluluk... vs. şekillerde yönlendirerek suya farklı titreşimler gönderiyor. Bence projenin en ilgi çekici kısmı, Lisa Park'ın hiçbir şey hissetmeden ve düşünmeden suyu durdurmaya çabalaması. Sonuç, su titreşmeye ve şekiller oluşturmaya devam ediyor.

Zihni susturabilir miyiz ya da susturmaya çalışmalı mıyız konusu benim için tastamam kocaman bir soru işareti. Beyin dediğimiz bu mucizevi organ da keşfedilmemiş sırlarla dolu kocaman bir oda. Dolayısıyla bu sorularla uğraşmayı nafile görmekteyim kendi adıma. Gel gelelim bu meditasyonları yapmaya başladıktan sonra karmakarışık olan zihnimi dinlemeye başladım. Bunca enformasyon arasında içerideki "ben"ler ne alemde bir bakmak lazım, sonra içlerinden biri arıza çıkarınca hepimiz mutsuz oluruz maazallah. Evet aklım hala karışık ve her şeye şüpheyle yaklaşıyorum yine. Düğümler çözülür mü? Veya bir şeylerden emin olabilir ve bir düşüncenin, bir ideolojinin takipçisi olabilir miyim bilemiyorum. İşin aslı bunların cevabıyla pek de ilgilenmiyorum. İçimden bir "SES" bana şimdilik olması gerekenin bu olduğunu fısıldıyor, o kadar.

Müslüm Gürses değilim, acı ve ızdırapla yoğrulayım hayatta, ne ilham perisi ne kurucu ne  de kurtarıcıyım. Olabilseydim hiçbir şey olmak isterdim tabii o başka. Bazen kılavuzlar ya da işaretler arayan, bazen hayata anlam katmaya çabalayan, bazen üreten, bazen her şeyi boş bulan, bazen tahammülden nasibini almamış, bazen hoşgörüye yanaşmış, bazen acılı, sancılı, bazen keyifle anlatan, bazen hatalar yapan, bazen doğru bildiğinden şaşmayan, ve son zamanlarda daha çok içimdeki "ben"lere daha sık kulak verip onlarla özdeşleşmemeye çalışan biriyim sadece. Doğru yanlış pusulası tamamen bozulmuş durumda, Nasreddin Hoca hikayesindeki "sen de haklısın" misali. Nefsime hakim olmaya değil, önce onu tanımaya çalışıyorum evimde, kendi imkanlarımla. Sosyal olduğum kadar bireyselim, olması gerektiği kadar biraz gevşek, biraz gergin, doğru sesi yakalayana kadar.