31 Aralık 2012 Pazartesi

Geçmişe Bir Göz Atalım


     Hafızam da yer çekimine yenik düşüp eski formunu kaybediyor sanırım. Ya da programlamada bir sorun oluştu ve ben geçmişi anımsamakta zorlanmaya başladım. Şöyle düşünmek daha bir hoşuma gidiyor: Yeni bilgilere yer açmak adına eski bilgileri yok ediyoruz hem böylece geçmişi es geçiyor ve üzerinde de durmamış oluyoruz her neyse mevzu başka…
     Hazır yeni yıla giriyorken geçmişi bir gözden geçireyim dedim, ne yaptım ne ettim, kimlerle gezdim tozdum gibi magazinel haberlerle geri döndüm.  Öyle çok matah haberler yok tabii, evlilik, doğum ya da hastalık vbenzeri radikal durumlar yaşanmadı.  İyi miydi kötü müydü şimdi olayların ve zamanın dışından bakınca karar vermek zor lakin pek hareketli pek öğretici olduğunu söylemek mümkün.
     Genel hatlarıyla Amerika’yı yeniden ve yeniden keşfettim. Yeni, bi dolu insanla tanıştım. İçlerinden birkaç kılçığı ayırırsak çoğunluğundan hoşlandım. Yeni kararlar aldım ve en güzel yanı neredeyse hepsini uyguladım. Tututu maşallah! Sancılı zamanları atlattıktan sonra hayata daha bir umutla baktım hatta belki daha bile güçlüydüm. Daha az yalnız hissettim ki yalnızlıktan korkmamayı da öğrendim. He bir de herkesin başka bir alem olduğunu keşfettim.
     Haydi şimdi örnek resimlerle şelendirelim ortamı.

Mesela…

Eski dostlarla zaman geçirdim





Yazdım, çizdim, boyadım kısacası çalıştım


Düğün dernek işlerine karıştım


Bolca güldüm



Hiç alakamın olmadığı ortamlarda bulundum


Güzel insanlarla tanıştım


Kedi sevdim, kovaladım, yakaladım ve nihayet oynadım


Bazen sıkıldım, bazen çıldırdım



Kendimi çeşitli aktivitelere verdim



Sigarayı bıraktıktan sonra yemek yeme konusunda ipin ucunu biraz kaçırdım.


Biraz aile saadeti yaşadım


Yeğenimle kaynaştım


Sevdim, sevildim, kızdım, affettim, gezdim, tozdum, biraz içtim



Bol bol yürüdüm, hem okudum hemi de yazdım, bir de yogaya fena sardım




Fotoğraf çektim, dikiş diktim ve daha nicelerini yaptım…

En önemlisi de sanırım dilimi tutmayı becermeyi öğrendim. Umarım… J

     İnişler çıkışlar yaşadım, kontrolün elimden kaçtığı anlar da olmadı değil, kıskançlık ve gurur gibi duyguların yalan dolan olduğu ve aslında hiçbirimizin hayatında yeri olmaması gerektiğine bir kez daha karar verdim.  Kibiri doladım doladım duvara çaldım. Bi süre daha kendine gelemez namussuz.
     Düşünce gücümle nesneleri hareket ettirdim. Ehehe şaka şaka ama elbet onu da öğrenirim.
    Mutlu olmanın geçmişle gelecekle ne de beklentilerle ve sahip olunanlarla alakalı olmadığını, hatta illa da mutlu olmak zorunda olunmadığını keşfettim.
  Neyse cicili bicili, yaşamak güzel tadındaki cümleleri fazla uzatmayayım malum bazılarının alerjisini tetikleyebiliyor.  
  Şimdi, yeni kararlarla yoluma devam ediyorum, kısmetse yeni yerler ve yeni insanlarla karşılaşmaya niyetliyim, yoo zorunda değilim, yerimde de durabilirim keza elimdekilerin değerini de bilebilirim. 2013 ister sağlık getirsin, ister huzur, ister iş, para, isterse de karmaşa; kime ne gerekiyorsa kendine gelmesi için onu getirsin, hani derler ya her şey gönlüne göre olsun. Gönlünde fesatlık olana fesatlığı hasetlik olana hasetliği göstersin.  En iyisi, iyiyle kötüyü, sahteyle sahiciyi ayırma idraki versin. Herkes kendini bilir zaman adildir. Haydi bakalım cümleten amen… Hepinizi sevgiylen kucaklıyorum J



















20 Aralık 2012 Perşembe

Ayna Etkisi



Biliyorum bazen çekilmez oluyorum. Aydan mıdır güneşten midir bilmem işte oluyor bazen öyle. Sebebini bilmediğim bir öfke; kime neye kim bilir. Kim bilir hangi kendimden bile saklamaya çalıştığım bir sır bir hır bir dırdır.
Kaçamayınca gizleniyorum, gizlenmek istemediğim anlarda zamanımı kızmakla harcıyorum. Kendi bokumdan minik heykelcikler yapıyorum hatta bulduğum boncukları üzerlerine konduruyorum.
Hala...
Sonra duruyorum, ardından soruyorum: ne istiyorum?!
Biraz sevgi biraz şefkat...
Kimsenin isteklerinden farkı olmayan bir tat.
O zaman nedendir kendimizi bir başka görmemiz?
Yok mudur hiç başka benzerliğimiz?
Karşılaştığım insanlar, olaylar, durumlar...
Ben nasılsam insanlar da öyle gibi biraz.
Olaylara gelirsek sanki bana bir şey anlatmaya çalışıyorlar, bense olayca diline hakim değil gibiyim zira.
Durumlarsa hayli tuhaf; gerçi şu sıralar tuhaflık bende az biraz.
Yine o karmaşa
Tanıdık hiç olmazsa
Yolun sonunu
İpin ucunu
...
Ne ise haydi bismillah temiz bir niyet
Belki ardınca gelir samimiyet...

14 Aralık 2012 Cuma

Dön Dolan


İnsan ruhu asli vatanını bulmak ve saf fikirleri temaşa edebilmek yolunda hep bir yükseliş halindedir.
Platon



           Hayvanlar der Carlos Castaneda, mesela kurtlar, bir kurdun öldüğü yere bir daha gitmezler, çünkü aynı şekilde bir avcı tarafından öldürülme ihtimalleri vardır. Ama insanlar öyle mi, bir başkasının daha önce öldüğü bir yerde dolanır dururlar. 
          Ben mesela bir başkasının öldüğü yerlerde dolanmaktan vazgeçtim şimdilerde hatta daha önce öldüğüm ya da öldürüldüğüm yerlere de gitmiyorum artık. Ölmek için yeni yerler yeni şekiller bulmalı yepisyeni yerlerde doğmak için… Aslında düşündüm de belki de bir daha hiç ölmemeli ama o zaman hayat da olamaz değil mi?!


7 Kasım 2012 Çarşamba

Kıskançlık ve Kibir




Her gün biri çıkar, başlar, benim ben demeye
Altınları, gümüşleriyle övünmeye
Tam işleri dilediği düzene girer
Ecel çıkıverir pusudan: benim ben, diye
Ömer Hayyam

    Uzun, bitmek bilmeyen yollardan biri daha... Gün batmak üzere, eşlik ediyor gitmekle dinlenmek arasındaki düşüncelerine renkleriyle. Yine gitmeli, yürümeye devam etmeli… Nerde, nasıl hiç mühim değil, yine de içinin kıpırtısı, aklının sorguları dinmek bilmez ya öyle bir akşamüzeri esintisi.

     Yardım elleri uzatanlar, imdat naraları atanlar, girdabın dibindeki çukura düşmemek için yukarı doğru son sürat koşturanlar. Birbirimize bu kadar bağlı, bağımlı mıyız gerçekten. Biri o girdaba düşmeye başlasa, zincirin ucundan tutana ödül var mı, yaşamdan başka? Yoksa hayatın mucizelerinden biri de uyanmak mı rüyadan?

  Çarmıha gerilenler, dimağı ezilenler, kıssadan hisseciler, cefakarlar, vefakarlar, kolay yoldan eşit olmayı umanlar, ummanlar, zirvedeki dumanlar, nabzı seri atanlar, serde erkek olanlar, karafakide duranlar, öğrediği tek şey bir BEN olanlar, işte böyle bütün bunlar…

    Ey ulvi hata, ey büyük lanet! Geldiğin yere geri dön ve bir daha çıkma karşımıza!

31 Ekim 2012 Çarşamba

ta'riz


Hadi kendimize bir düşman bulup taşlayalım, rahatlarız belki...




Not: İçsel yöneliyorum...

12 Ekim 2012 Cuma

Analiziniz Bol Olsun

      Meğersem bir yerlerde birileri, kendi hayatlarını yaşama cesareti gösterecekleri yerde, dizilerden devşirme repliklerle hayatlarını sürdüyormuş.

Not: "...Prensip sahibi olmayan günlük edebiyat sayesinde, insanların düşünme işlevleri kendi benliklerinden gittikçe uzaklaştırılmıştır. Bu arada bazen içlerinde uyanan fakat şimdi insanların düşüncelerinde rol almayı tamamen bırakmış olan vicdan da uzaklaştırılmıştır. Böylece insanlara karşılıklı ilişkiler açısından önceleri az çok katlanılabilir bir hayat sağlayan bu unsurlardan mahrum kalmıştır.
         Ortak bir şanssızlığımız da günden güne insanların hayatında yayılmaya başlayan bu medya edebiyatının, zaten zayıflamış olan insan zihnini onu her türlü dirençten uzak, her türlü hilekarlık ve dolandırıcılığa açık bırakıp nispeten sağlam temellere sahip düşünce şeklinden uzaklaştırarak zayıflatmasıdır. Böylece insanlarda aklı başında kararlar yerine şüphecilik, kızgınlık, korku, yapmacık utanç, ikiyüzlülük, gurur ve bunun gibi değişik değersiz özellikleri harekete geçirmektedir..." G.I.Gurdjief

9 Ekim 2012 Salı

Sıkıysa Seviniz




Kimi zaman soğuk nevale bir insanım, zaman zaman yabaniyim, bazen çok samimiyken bir anda kaçmaya başlarım. Bazen ne hissedeceğimi kendim bile bilemem. Birçok sefer doğrularım ve yanlışlarım birbirine karışır. Bazı bazı kararsız ve çekilmez olurum. Bazı zaman utangacımdır elimi kolumu nereye koyacağımı bilemem. Bununla birlikte çok renkli biriyimdir, benimleyken ne zaman neyle karşılaşacağınızı bilemezsiniz, sürprizlerle doluyum evet. Bazen can sıkıcı olacak kadar meraklıyım hayata karşı ve bazen içe kapanık. Kimilerince bir anda fark edilirim, belki de kimya uyuşması dedikleri türden. Kimilerinin dikkatini bile çekmem, bazen göz ardı edilirim, belki de yıldızları uyuşmamak da böyle bir şey işte. İçimdeki kaos kimi zaman bir hortuma dönüşse de görüntüm itibariyle uysal ve güven veren biriyim (ağzımı açmadığım sürece J). Bazen çok konuşmayı sevmem, bazense konuşacak hiçbir şeyim yoktur, kimileyin boş konuşmak isterim, öylesine havadan sudan, ezberden…
Tanısanız çok seversiniz belki beni, belki de hiç… (Herkes de olduğu gibi)
Oysa ne de çabuk ikna edersiniz kendinizi, kesin böyle olacağına ne de çabuk inanırsınız kendinize.
Herhalde izlemeyen yoktur. Selvi Boylum Al Yazmalım. Topluca bir şeyi öğrenmiştik ya: Sevgi EMEK ister, çaba ister, fedakarlık ve biraz kendinden bir şeyler katabilmeyi ister ama her şeyden önce bir başkasını sevebilmek önce kendini sevebilmeyi gerektirir. Yaptığı hatalar sonunda hala üste çıkmak çabasında olmak yerine onları kabullenip kendini affedebilmeyi gerektirir kendini sevmek. Ve seni sırf kendin olarak sevebilecek birilerinin olduğu, olacağı günlere emanet edebilmek, çırpınmak yerine kanat çırpmayı öğrenmek kendini sevmek. Farklılığı ve farkındalığı olmaktır, muhteşem olmak değil, eksikleri de olabilmektir kendini sevmek. En azından kendini sevmeye çabalamaktır…
Elbette vardır sevilecek yanların, onları keşfetmektir tek yapman gereken. Sen mükemmel biri değilsin ama sevilecek bir insan olduğunu anladığın an tamamlanacaksın.
Eksiklerini görmezden gelmeyi bıraktığın, kendini beğenmekten vazgeçtiğin, kibrine yenik düşmekten kurtulduğun an kendini seveceksin. Eğer tek derdin buysa, kabul görmekse, sevilmekse kendini sevdiğin an gerçekleşecek tüm isteklerin; he unutmadan: üç vakte kadar…

24 Eylül 2012 Pazartesi

DÜŞ



Mısır tarlaları ökçeleriyle dimdik başı dumanlı dağlar karşılıyor gözlerimi. Ardındaki karartıda duran kır çiçekleri, yusufçukları ve kelebekleri selamlıyor gökyüzünün ıssız ve sessiz nefesiyle. Bulutların arzı edam ettikleri çarşafın alacasına bakılırsa ya sabah ya da akşama çalıyor ufku alem. Bir müddet kıpırtısız izliyorum sessizliği. Kıpırtısız aklım dalgalanıyor bir endişe zerresiyle. Burası neresi?
İstemsiz doğruluyorum rüzgara doğru, düşünüyorum neyi düşünmem gerektiğini bilmeden, sorular soruyorum zihnime cevaplayamadığım. Bekliyorum; hem zamanı hem mekanı anlayamayan aklım bir müddet bekle bakalım diyor ukala titreşimleriyle.
Bir tek kim olduğumu hatırlıyor keza son anımı hatırlamaya çalışmak yorucu bir muharebe yaratıyor zihnimde. Birden, soğuk değil ama üşüyorum, içimin ürpertisi vücuduma kıymıklar saplarcasına dışarı fırlıyor. Yoksa…

-  Öldüm mü???
       

Ölmüş gibi hissetmiyorum kendimi.

-  Arada bir yerde mi kaldım? Dönsem mi dönmesem mi, yoksa bedenim bir yerlerde savaş mı veriyor? Sevdiklerimin sabırsız ve umutsuz çiğ tanesi gözleri yollarımı mı bekliyor bir umut?

Belki de yediğim ya da içtiğim bir şey yüzünden buradayım veya rüyadayım…

Üstüme başıma baktığımda giyilmekten ve yıkanmaktan ve sanırım biraz da güneşin etkisiyle rengi solmuş açık pembe en sevdiğim bluzum ve altımda ise pembeyle grinin uyumuna hayran kalmayı gurur sayarak aldığım, gri fon üzerinde pembe zakkumlu, yeşil yapraklı şortum. Evet kendime baktığımda kendimi yine beğeniyorum.
Ah ama lanet olsun yıllar önce takmaktan vazgeçtiğim saatim yine kolumda değil ve ben ona, sanki bütün sırları çözecekmişçesine ihtiyaç duyuyorum. Hiç olmazsa zamanın bir anlamı olabilirdi belki.
Kendimi inceliyorum, yara bere, ağrı sızı, bedenime dokunuyorum, dokundukça endişeli parmak uçlarımın ağır darbelerini hissediyorum bedenimde.

-  Her şey normal.

Bir karaltı dağın yamacından bana doğru yaklaşıyor. Ürpertiyle fırlıyor, olduğum yere dikiliyor ve elimi anlıma götürüyorum güneş varmışçasına ya da görüş alanımı genişletecekmişçesine hatta bir cevap bulacakmışçasına. Bir kuş sürüsü, küçüklüklerine bakılacak olursa bir serçe sürüsü olmalı. Hızla bana doğru gelip üzerimden seğirterek geçiyorlar ve ben ellerimle kafamı kapatıp öne doğru eğiliyorum.

-  Bu da neydi şimdi?

Arkalarından bağırıyorum.

-  Ben dostum serçeler!
· Serçe olduklarına emin misin?

Korkuyla, hızlıca ama yine de bir umutla sesin geldiği yöne bakıyorum.
Neredeyse bir serçe büyüklüğünde, kanatları renki neydi o kuşun adı?

·  Saka
-  Evet tabi ama bu bir şaka
· Bir kitle oluşturamasan da espri becerin sana yetecek düzeyde, en azından sempatik tavrınla epey kız tavlamışsındır
-  Düşüncelerimi mi okuyorsun?
· Bir saka kuşunun konuştuğuna inanmak daha mı kolay senin için?
-  Bilmiyorum, belki, olabilir yani şu an kafam allak bullak, ne düşüneceğimi ya da hissedeceğimi bilmiyorum.
· Ne hissedeceğini bilmezsin ya da ne düşüneceğini sadece düşünür ve hissedersin ama senin gibi her şart ve koşulda mantığına sığınan bir kas kafalı için akışına bırakmak oldukça zor olmalı.
-  Dudaklarım kıpırdamıyor ne de senin gaganın hareket ettiğini görebiliyorum. Bilmiyorum içinde bulunduğum çıkmazda en inanılmaz bu geldi sanırım ya da sadece saçmalıyorum, belki de aklımı kaybettim ve kendi kendime bir sakayla konuşuyorum.
· Konuşmak için ille bir vücuda mı sahip olmalı, ille dudakları mı kıpırdamalı. Rüzgar hiç fısıldamadı mı 10 km öteden getirdiği toprağın kokusuyla az sonra yağmurun yağacağını ya da güneş teninin cızırtısını duyurmadı mı biraz daha kendine maruz kalırsan seni bir biftek gibi kızartacağını? Yağan yağmurun ağaçlarla sevişme seslerini işitmedin mi hiç ya da gökyüzündeki bulut kümeleri sana ilahi bir kudretten sevgi mesajları çizmediler mi? Ya da göçmen bir kuş sürüsü sana kışın geldiğini haber vermedi mi?
- Bilmiyorum, evet bazen hatta kendi biyolojik saatimi oluşturduğum için saat bile kullanmıyorum. Ama bu ilahi kudret, sevgi propagandaları, dostluk çağrıları pek dünyaya uygun değil gibi. Yani bir tür ütopya aslında. Hep sevgi, hep barış, mutlak huzur işte buna inanmıyorum.
· Sen nerede yaşıyorsun dünyalı? Aynı yerde yaşıyorsak tüm bunları göremeyecek, duyamayacak ya da hissedemeyecek kadar hangi büyünün altına girdin? Peki sen neye inanıyorsun?
           -   BEN karmaşaya inanırım küçük dostum. İkiliklere, çelişkilere, muammaya… Hegel’e göre her düşünce karşıtıyla birlikte doğar. Demek oluyor ki barış savaş olduğu için bu denli anlamlı. Dünya zıtlıkların, çekişmelerin ve hatta kaosun olduğu bir yer. Zengine ev sahipliği yaptığı kadar fakirin de yaşadığı bir yer. Zengin kadar fakirin de yaşamaya hakkı olduğu ama maalesef zenginlerin daha çok keyif aldığı bir yer. Ve ben bu meseleleri çok düşündüm. Dünyayı değiştiremeyiz. Evet, bir süre bu mesele beni hayli üzdü ve bir müddet sonra ben vazgeçtim küçük dostum. Dünyayı düzeltemeyiz. Dünya güzel bir kadın ama onun ırzına geçilmiştir çoktan.
             ·       Böyle benzetmeler siz dünyalıların dünyevi yaşayışında hayli önemli yer tutuyor olabilir ama yargılarınızla sadece düşüncelerinizi kirletmekle kalmıyor bir de kendinizi küçük düşürüyorsunuz. Ve bırak başka şeylerle konuşmayı, kendinizle konuşmaktan öyle yorgun düşüyorsunuz ki, bu yorgunlukla başka sesleri duyamamanız çok normal. Dünyayı değiştirmekten bahsediyorsun. Bırak böyle bir şey yapmayı, bunu düşünme hakkını bile nereden bulduğunu anlamakta hayli zorlanıyorum. Dünyanın düzenini değiştirmek, dünyanın düzeniyle oynamak, kim adına ve ne için?
           -     Haklı olabilirsin ama kabul etmelisin ki biz diğer canlı türüne göre biraz daha farklıyız. Konuşabiliyoruz, üretebiliyoruz ve en önemlisi düşünebiliyoruz. Tarih sahnesine baktığımızda toplumsal birçok olay ve radikal birçok değişiklikle karşılaşırız.
            ·    Kendini anlayamayan ve kendini bilmekten aciz bir canlı türü dünyayı değiştirmek üzerine yargılar üreten bir beyne sahip ve onun sayesinde diğer canlı türüne göre bir de üstün görüyor kendini. İnsanın kendini dünyadan bu kadar ayırıp bir de onun için bir şeyler yapıldığını iddia etmesi enteresan. Ben en çok bu tür bir yanılgı içine sizi ne tür bir hipnozun soktuğunu merak ediyorum.



Devam eder mi bilmem…






24 Ağustos 2012 Cuma

Paçoz Kontes: Hayatı Anlamanın Yolu



Paçoz Kontes'in hikayesi 2007' senesi itibariyle, İstanbul macerası ve tuhaf olaylar silsilelerine dayanıyor. Tabi o zamanlar ne ismi belli ne de karakteri. Belli olan tek şey, bir şeylerin başlangıcı olacağına inandığım yol beni çağırıyor. Ben de bu çağrıya tez elden kulak veriyor ve atlıyorum otobüse.
Yeni insanlar, yeni yerler, yeni yol ayrımları... Farklı fikirler, farklı bakış açıları ve hayatın hengamesinin ortasında tüm bu farklı ve yeni deneyimlerle baş etmeye çalışan acemi bir maceraperest.
İstanbul sadece tecrübe edilerek anlaşılabilecek tuhaf ve sofistike bir kent, anlatmakla olmaz…
Beni de hüp diye içine çekti işte, kapıldım girdabına ve hayatımın en mühim, en sıra dışı derslerini vermeye başladı sırasıyla… Hızlandırılmış kurlarıyla 3 yılda mezun oldum bu okuldan. Ne kadar başarılı olduğumu, hayatın pratiğinde ve ortaya çıkardığı ürünlerinde göreceğiz…

***

İstanbul’a gitmeden önce olduğu gibi vardığımda da ne istediğimi bilmiyordum, neyi aradığımı da… İçten gelen bir sesti, dinledim. Hayata dair fikirlerimin tepetaklak olduğu bir dönemdi, 24 yıllık hayatım boyunca birçok şeyi daha yeni öğreniyordum, aslında yeniden, doğrusunu öğreniyordum; hatta teoride öğrendiğim hiçbir şeyin pratikle uyuşmadığını öğreniyordum. Yalpaladım, tökezledim, yanıldım…

- Ben ne de güzel hata yaparmışım.

Müthiş tecrübelerle dolu, hayatımın yirmi dört yılına değer bir üç yıl geçirdim orada. İşte Paçoz Kontes tüm bu yaşananların ilham ettiği bir ürün olarak ortaya çıktı. Tanıdığım insanlar, girdiğim ortamlar, gittiğim yerler, yaşadığım anılar hepsinden birer parça alarak oluşturulmuş bir pazıldır aslında.

Hani klasikleşmiş bir söylem vardır: Sanat sanat içindir!/Sanat halk içindir! Her ikisi de doğrudur ya da biriyse diğeri değildir. Yani şöyledir bana göre, Sanatçı anlaşılmak istiyorsa, halk içindir; yok hayır sadece anlatmak istiyorsa sanat içindir ve bir kişi için her ikisi de mümkün olabilir. İnsan bazen sadece anlatmak kimi zaman da anlaşılmak ister.
Benim için de Paçoz Kontes böyle bir algılamanın geliştiği noktadır. Hayatı anlamanın bir yolu, anlatmanın bir aracıdır.
Bu yolda insanlarla ve hayatla bütünleşmemi sağlayan bir bağdır aynı zamanda.
Bu yazı ise, her şeye ve herkese bir teşekkürdür bu vasıtayla... :))

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Kapalı Kutu



           Sanatçı ruhlu insan dünyaya içeriden dışarı doğru bakar, bu yüzden biraz uyumsuzdur, biraz geçimsiz, az biraz asosyaldir, azıcık çekingen, azıcık içe kapanıktır. Bunların hiçbiri değilse, o sadece taklitçinin bir kopyasıdır; aslı değil...

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Yap İyiliği Gör Cenneti




SAKIN KAÇIRMAYIN!

TANRI PROMOSYON YAPIYOR…

1000 iyilik puanı toplayan herkese cennette 3 günlük her şey dahil bir tatil.

Hayatın, ‘benden sonrası tufan’ felsefesinden, kötülüklerin tekdüzeliğinden ve zulmün sıradanlığından sıkılmış her kesimden ve her yaştan insana Cennet Travel’dan kaçırılmayacak fırsat!

Bunca zor şartlarda elde edilen insanlık puanını ne için kazandığını bilme imkanını sunan bu müthiş fırsatı kaçırmayın.

          Çok ağır koşulları göze almanın zorunlu olduğu Cennet’e girebilmek için 1 milyon insanlık puanı kazanmak gerektiğini biliyoruz. Her bir kişiye biçilmiş ömür boyunca, yapılan iyilik ve kötülükler birer kefeye konuluyor, kötülük puanının 1/4 ‘ü iyilik puanlarından düşürülüyor ve böylece insanlık puanı hesaplanıyor. (4 yanlış 1 doğruyu götürüyor anlayacağınız)
Yüzyılladır geleneksel olarak ilahi ve beşeri dinlerde bir fiil dillendirilmiş, vaad edilmiş olan, evrenimizin doğal güzellikleri ve muhteşem aurasıyla en nadide beldesi sayılan Cennet’i yakından görmek herkesin hakkı.

BU FIRSATI KAÇIRMAYIN!

YAP İYİLİĞİ GÖR CENNETİ


Not: (Evet evet duyuyorum) Tövbe estağ...
Bence hepimiz böyle olmasını dilerdik. Yakında bununla ilgili Tanrı'ya ulaştırılmak üzere bir imza kampanyası başlatmayı da düşünüyorum...
Ne bileyim işte, günümüze uyarlayınca böyle bir şey çıktı ortaya :)

30 Haziran 2012 Cumartesi

Kendini Gerçekleştiren Kehanet



...Sihrin sırrı biraz da buradaydı (peri bir sihirbazdı). Bir kelimenin erdemi <<simgesel etkisi>> kelime boşluğa haykırıldığında; kelime bağlamsız ve göndergesiz kaldığında, böylelikle self-fulfilling prophecy'den (kendi kendini gerçekleştiren kehanetten) kuvvet aldığında en yüksek düzeye ulaşır. Hem gerçekdışıdır hem dayanıksızdır. Bir hiç olduğu için kendini dayatır. Eğer peri önemli ya da anlamlı bir şeyi yasaklasaydı, çocuk kolayca işin içinden çıkabilir, istemediği halde baştan çıkmazdı -çünkü onu baştan çıkaran şey yasak değil, yasağın anlamsızlığıydı. Nitekim, inanılması imkansız olan kehanetler de kendi kendilerine gelişirler, her tür mantığa aykırıdırlar ve anlamla ilişki kurmamaları yeterlidir. Aksi taktirde kehanet olmaktan çıkarlar. Sihirli sözlerin büyüsü, baştan çıkarmanın cazibesi hep buradan gelir. (Baudrillard/Baştan Çıkarma Üzerine)

Durumlar ve olaylar II
Durumlar ve olaylar hakkında öğrendiğim her şey ve edindiğim bu bilginin anlamı üzerine derinlemesine düşündüğüm birçok zamanda, ömrümüzün çeyreğini okul ve üniversitede geçirirken tüm yaşamımızın oluş hakkında ve içsel durumlarımızın hayatımızda şartları ve olayları belirlemedeki gücü hakkında hiçbir şey bilmeden geçip gitmesinin ne kadar anlamsız olduğunu düşünüyordum.
Gördüğümüz ilk eğitim bizlere, neyin iç, neyin dış kaynaklı olduğunu ayırt etmemiz bilgisini sağlamayacağı gibi düşüncelerimizi yönetmemiz ve hislerimizin farkına varmamız için de bizi donatmaz. Sıradan kültür, herhangi bir kasti amacı olmadan, hisleri, duyguları ve düşünceleri 'gerçek' ten uzaklaştırmış, onları ayrı olaylar diye düşünüp efsanelerin, hayallerin ve masalların geçici ve idrak edilemeyen küresine indirgemiştir.
Klasik uygarlığın yolunu takip ederek, -her anlamda tarihten daha faydalı ve güvenilir olan- efsanelerini ortaya çıkararak ve Lupelius'un elyazmasını inceleyerek heyecan verici bir keşifte bulundum; gerçekte, olaylar ve durumlar arasında öncesi - sonrası ya da sebep - sonuç ilişkisi değil, aslında sadece mutlak bir benzerlik vardı.
İçimizdeki durumlar ve dışımızda gerçekleşen olaylar, aynı gerçekliğin farklı varoluş düzeylerine yerleşmiş iki yüzü ya da dikey bir çubuğun iki ucundan başka bir şey değildi
Durumlar ve olayların özdeş olduğunu görmemizi engelleyen şey, onların birbirlerinden bir tür seyreltici işlevi gören zaman faktörüyle ayrılmış olmalarıydı. İçsel durumlarımızla, buna karşılık bizim dışımızda oluşan olaylar arasında belli bir zaman geçmektedir ve Oluş'umuzdaki durumlar zaman boşluğunda dışımızdaki olaylara dönüşerek karşımıza çıkmaktadırlar. Ne var ki bir sis perdesi gibi araya giren zaman, bu gerçeği anlamamızı engellemektedir.
Düşünceler, duygular, heyecanlar gibi bütün ruhsal durumlarımız, her an yolladığımız davetiyeler gibidir ve biz unutsak bile onlar, davetiyelerin yanıtları gibi karşılık gelen olayları bize çekmekten asla geri durmazlar. Daha açık bir ifadeyle, olaylar zaten ve her koşulda mevcuttur. Başımıza gelmeleri yalnızca bir zaman meselesidir. Gerçekleşmesi kısa veya uzun süre alabilir, orada veya burada olabilir, ama ne olursa olsun daima bize ulaşırlar…

A man 's emotional states are in reality events seekingan opportunity
to happen and become visible.
Kişinin duygusal durumları, aslında görünür hale geçmek ve kişinin
başına gelmek için fırsat kollayan olaylardır.

Zaman, olayları durumlardan ayırır ve onların kimliğini gizler. Bizi şaşırtarak, tam unuttuğumuz, daha doğrusu onları üretmiş olduğumuzu anımsamadığımız bir anda, kara bir ekranın ardında pusuya yatmış olayları görünür hale getirmek üzere fişi prize takar.

Nothing happens suddenly.
The unexpected always requires a lengthy preparation.
Hiçbir şey birdenbire olmaz.
Beklenilmeyen, her zaman uzun bir hazırlık dönemi gereksinir.

Bir kişinin, varlığından ve psikolojisinden bilinçli veya bilinçsiz olarak geçmeden karşılaşabileceği hiçbir şey, başına gelebilecek hiçbir olay yoktur.
Dünya heyecanlarımızla, tutkularımızla ve düşüncelerimizle yakından alakalıdır. Bunlar iç dünyamız ile dış dünyamız arasındaki aktarımı sağlayan bir hareket kayışıdır. Duygularımızla düşüncelerimizi, ayrıca belirli bir anda hissettiklerimizle yaşadıklarımızı denetleyebilirsek, yani duygularımıza hâkim olursak, yaşamımızın kontrolünü ele geçirmiş, kaderimize yön vermiş oluruz. İşte Romalıların talih ve homo faber anlayışının kaynağı buradadır.
Onların bu anlayışı, Yunanlıların ve Orta Doğu'nun Talih'i, olayları gelişigüzel dağıtıp kendi aklına estiği gibi yönlendiren gözü bağlı bir tanrıça olarak betimledikleri görüşüyle çelişir.
Genellikle, dış olayların davranışlarımızı koşullandırdığı ve ruh halimizi belirlediği ortak bir inanıştır. Bir şey olur, birisiyle karşılaşırız veya bir haber alırız ve hissettiğimiz huzursuzluk, kaygı, şaşkınlık gibi psikolojik dışavurumlarımızın, bu olayların etkisiyle ya da sonucunda oluştuğuna inanırız. Fotoğrafın bulunuşundan önce, gözden çok daha hızlı hareket ettiği için, dörtnala koşan bir atın ayak hareketlerinin doğru sırasını belirlemek olanaksızdı. Aynı şekilde düşünceler, heyecanlar, algılamalar ve duygular da elektronik bir şimşek gibi çakarak, nöronlarımızın gizemli ormanından neredeyse ışık hızıyla geçtiği için, duyguların dış olaylarla zaman düzlemindeki bağlantılarının doğru sıralamasını yapmak olanaksızdır. Kısacası, başımıza bir olay geldiğinde içine düştüğümüz psikolojik durumun bir olayın sonucunda ortaya çıktığını düşünürüz. Böylece, aslında tam tersi olduğu halde, Oluş durumumuzu dışımızda gerçekleşen olaylar ile haklı çıkartırız. Oysa gerçekte, hayatımız boyunca, dışımızda gerçekleşen olayları belirleyen ve önceden ilan eden bizim Oluş durumumuzdur... Olumsuz duygularımız, zaman içinde şikâyetçi olduğumuz aksilikler haline gelirler. İster iyi olsun, ister kötü, belli bir olayın başımıza gelebilmesi için öncelikle içimizde onun gerçekleşeceği koşulları yaratmamız gerekir.
İnsanın en büyük yanılgısı, dış koşulları değiştirebileceğine ve dünyayı düzeltebileceğine inanmaktır. Halbuki ancak kendimizi değiştirebilir, tutumlarımızı farklılaştırabilir, tepkilerimizi düzeltebilir ve hissettiğimiz olumsuz duygulan ifade etmemeye çalışabiliriz.

The universe is perfect the way it is.
The only one who must change is you!
Evren olduğu haliyle mükemmeldir. Değişmesi gereken yalnızca sensin!

Bir kişinin enerjisiyle iyi niyetinin, hayatın gelişigüzel ve kaçınılmaz görünen olayları karşısında hiç öneminin olmayacağına inanmışızdır. Bizi bir sel gibi içine alan bu olaylar, fazla belirsiz, öngörülemeyecek kadar karışık ve denetleyemeyeceğimiz kadar güçlüdürler.
Lupelius, bize olaylarla durumların arkasında daima kendimizin olduğunu 'görmeyi' öğretmektedir.
Herhangi bir çözümün ortaya çıkması için, öncelikle kendimizi değiştirmemiz gerekmektedir.
Varoluşunda en küçük bir yükselişi bilinçli olarak gerçekleştirecek kişi, dağları yerinden oynatabilir ve kendisini dış dünyaya bir dev görüntüsünde yansıtabilir.
Durumlarımıza, düşüncelerimizin kalitesine, hissetme biçimimize müdahale ederek ve olumsuz duygularımızı nötrleştirerek, diğerlerini de geliştirerek, yalnızca tutumlarımızı, yani dış dünyadan gelmekte olan ve aslında sadece bizim verdiğimiz tepkiler olan olaylarla ilişkilerimizi düzeltmekle kalmayıp, günden güne başımıza gelmekte olan olayların doğasını da değiştirmiş oluruz. Yapmamız gereken ilk iş gözlemlemedir; düşüncelerimizle ruhumuzu kaplayan durumlarımızın gözlenmesi...
Tüm düşüncelerimizi, duygularımızı, davranışlarımızı, tepkilerimizi ve olayları ne şekilde 'karşıladığımızı' içine alacak kapsamlı bir çalışmayla kendimizi incelersek, sıradan insanın düşündüğü ve hissettiği olumsuzlukların neler olduğunu ortaya çıkarabiliriz.
Kişi kendisi için açık ve seçik olarak sadece sağlık, zenginlik ve esenlik diler. Kendisini gözleyebilseydi ve yüreğini duyabilseydi, aslında hiç durmaksızın bir olumsuzluk ezgisi söylediğini, yani endişelerden, sağlıksız imgelerden ve başına gelebilecek, belki de hiç gelmeyecek korkunç olayları beklemekten ibaret bir felaket duasıyla yakardığını işitebilecekti.
Peki, ama Oluş'un içsel durumları, ruh halimiz, duygularımız ve düşünme şeklimize göre nasıl hareket etmeliyiz? Bir dağı yerinden oynatabilecek enerji, kişiyi kötü ruh halinden ya da olumsuz duygularından çıkarmak şöyle dursun, bir düşünceyi bile değiştirmeye yetmez. Düşünceyi yeniden yönlendirmek için gerekli olan güç ya da bir duygu üzerindeki hakimiyet Oluş'un daha yüksek seviyelerinde oluşturulabilir. Bu özel enerjiyi toplayabilmek için sistemimiz içerisindeki tüm çatlakları ortadan kaldırmak gerekir; çoğunlukla olumsuz duyguların ifadesinden ve kaybettiğimiz hatalı içsel tavırlarımızdan meydana gelen binlerce küçük yarık. Eğer dış dünyamızda bir olay meydana geldiyse ve o olayı yaratan Oluş durumumuz ile olanı bağdaştıramazsak, değerli bir fırsatı kaçırırız demektir.
Dikkatle bakacak olursak, yaşamımızda birçok olayın aynı şekilde sürekli tekrarlandığını görürüz, eğer bu olaylara karşılık gelen Oluş'un özel durumlarını gözlersek, olayların doğasını daha iyi anlama şansımız olur. Örneğin, şu 'geç kalmak' denen olay. 'Geç kalmak' durumu bende kaygı yaratıyor. Zekâ, dışımızda gelişen bu olayın, o anda yaratılmamış olan hangi iç duruma karşılık geldiğini bilmektir. Varlığımın bir kısmı beni bu olaylara bağlamaktadır. Onları yaşantımdan silebilmek için yapabileceğim tek şey, oluştaki bir hastalık, bir kusurdan başka bir şey olmayan endişe, korku ve kaygı olarak nitelediğim bu olumsuz iç koşulu düzeltmektir.
Onu yaratan psikolojik durumlar içimde devam ettiği sürece, bu türdeki endişe verici olaylar da yaşantımda öyle ya da böyle tekrarlanacaktır. Aslında bu olaylar, bize bir iyileşme sürecinin başladığını gösteren belirtilerdir, tabii eğer biz onların kaynaklanma nedenlerini kendi iç durumlarımızla ilişkilendirme gücüne sahipsek. Onları görmek, psikolojik durumlara dikkat etmek, oku kendi üzerimize çevirerek, süreci tersyüz ederek, olaydan duruma doğru bir tırmanışa geçmek anlamına gelir. İşte yüksek bir anlama düzeyine erişim olanağını ve kendi yaşamını değiştirmek için gerçek bir fırsatı bulacağın yer burasıdır.
Kendimizi mazur görmek ve haklı çıkarmak, suçu dışımızdaki bir olaya yüklemek, nedenin kendi eksikliklerimizde, durumlarımızda, düşünme, hissetme ve tepki verme şeklimizde olduğunu kabul etmemek, bizim anlamadığımızı gösterir; anlamamak ise, herhangi bir durumda o olayın başımıza tekrar tekrar geleceğinin belirtisidir. Koşullar değişecek, olaylar her seferinde farklı bir maske takarak başımıza gelecek ve biz, her seferinde suçu dışımızda gelişen olaylara yüklemeyi sürdüreceğiz; bu tavrımızla da o olaylardan sonsuza kadar kurtulma şansını kaçırmış olacağız.

Her şeyde kendinizi suçlayın, başınıza her ne gelirse gelsin kendinizi
sorumlu tutun. The power of this attitude is compressed in two eternal
words:, Mea culpa'dır. Suç benim...

Ülkelerin de Oluş durumlarına uygun gelen olayları kendilerine çektiklerini düşünmekteyim. Örnek olarak ABD'deki ırkçılık durumunu ele alırsak, farklı ırk, inanç ve kültürdeki kişilere karşı bir nefret olduğunu kabul etmek ve bunu sona erdirmek üzere gereken koşulların düzenlenmesi yüzlerce değilse de onlarca yıl aldı.
Malcolm X, M.L. King, J.F. Kennedy gibi genç yaşlarda öldürülenler, şehit edilen liderler süreyi kısaltarak, bir milletin, bir uygarlığın psikolojik durumlarını, düşünme ve hissetme biçimlerini baştan sona değiştirmek suretiyle, ülkelerine yeni olayları ve fırsatları çekerler. Oluş'umuzdaki durumlar yaşamımızda bize kazanmanın ya da kaybetmenin kapılarını açabilir, yoksul ya da varlıklı olmamızı sağlayabilir, hastalanmamıza ya da sağlığımıza kavuşmamıza neden olabilir.
Öz varlığımızı kendimize çalışma konusu yapmak, kendimizi hiçbir yargıya kapılmadan, olduğumuz halimizle incelemek, bu durumlarımızı tanımamıza yardımcı olacak araçlardır. Bizi daha zeki ve daha bilinçli kılacak şey, sadece kendimizi mercek altına yatırarak gözlemlemektir.

Self-observation is self-correction.
Kendini gözlemlemek kendini düzeltmektir.

(Tanrılar Okulu/Stefano E. D Anna)

Gözlerini Açıp Kapamakla Sabahtan Akşam Olmuyor




Tanrıyı istiyorum, şiiri istiyorum,
Tehlikeyi istiyorum, hürriyeti istiyorum,
Erdemi istiyorum, günahı istiyorum.
Aldous Huxley


Sıradan bir anne babanın sıradan bir evladı olarak dünyaya geldim. Ne üstün bir zekâmın ne de üstün bir yeteneğimin olduğu küçük yaşlarımda keşfedilmedi. Mahalle okulları, mahalle arkadaşları ve sıradan mahalle oyunlarıyla sokaklarda büyüdüm. Koşturdum, kirlendim, kavga ettim, büyüdüm… Dikkat çeken sevimli bir çocuk olmama rağmen, soluk göründüğümü düşünüp, dikkat çekme hevesiyle yaşadım. Bunda, ataerkil bir toplumda, erkek bir çocuktan sonra kız çocuk olarak dünyaya gelmenin ezikliğinin bir payı olabilir. Ya da belki, hep çok sevilmiş olmanın verdiği arsızlık ve doyumsuzluk haliyle bir tür şımarıklıktı benimki. Bunun için Jung ya da Freud kitapları okumaya gerek yok, bunun şimdi bir önemi yok. Asıl mesele avunmaz ve doymaz kursağımla ilgili…
Çok küçük yaşlarımda birçok şeye olduğu gibi yazmaya da heveslendim. (Diğer heveslerimin kırılmış ya da sönmüş olmasının yanında, yazmak hala heyecan veriyor bana.) İlk hikâyelerimi 8 yaşında yazmaya başladım. O zamanlar çizgi filmlerden esinlenir, Ninja Kaplumbağalı, Heidili hikâyeler yazardım. Tabii ki o zamanlar daha saf, daha aptal ve biraz daha insandım.
Meraklarım, ilgim ve kafamı meşgul eden meseleler her dönem değişti. Ya halledip üstünden atladım ya da cevapları bulamayıp vazgeçtim çoğundan ama her an mutlaka yeni bir tane vardı. Müzik, dünya, fakirlik, para, ruhlar, periler, insanlar, filmler, reklamlar, davranışlar, aşklar, kadınlar-erkekler, gösteriş, seyahat, zevkler,  resimler, meslekler, kitaplar, uyuşturucular, karakterler, ebeveynler, internet, doğa, hayvanlar, seks ve daha niceleri…
Çok okudum. Önceleri büyük parçalar halinde, sırf niceliğin önemli olduğu yanılgısıyla anlamadan, anlam vermeden… Neden sonra kitaplar dünyam haline geldi, onlarla yaşadım, onlarla yedim içtim, uyudum uyandım. Bu yüzden birden fazla hayatım oldu hep; önce bir kitaptım sonra bir insan ya da tam tersi. Ve en çok yazarları-düşünürleri-şairleri kıskandım; benim söyleyeceklerimi hep benden önce söylemişlerdi.
Kıskançlığın verdiği hırsla, hikâyelerden vazgeçip bende onlar gibi yazmaya, derdimi anlatmaya ve sorular sormaya başladım. Gerçi derdimi pek anlatamıyordum; cümlelerim uzun ve karmaşık, başlangıçlarım ise bitişsizdi. Her şeyden önce kafam karışıktı ve bu olduğu gibi kâğıda yansıyordu tabii bir de amacım yoktu(Ah min’el ergenlik).
Çok küçük yaşlarımdan beri geceleri uyumadan önce hayal âlemlerine dalmayı alışkanlık haline getirmiş olmam, asabiyemi bozdu mu bilemem ama hayal dünyamın sınırlarını milyonlarca kilometre kareye ulaştırdığı kesin. Belki de ben öyle sanıyorum J Sessizlik…
Başladığım işleri yarım bırakmayı sevmem keza zaman=para denkleminin oluşturduğu koşturmaca ve tabi benim ayran sever gönlümün birlikteliğinden, başlanan işlerin neticeye ulaşması biraz zaman aldı. Tez canlılığım da cabası… Bu da haliyle tipik bir Türk insanı olan beni tembelleştirdi. Zaten bürokrasi, insanlar tembel olsun, işlerini halledene kadar canı çıksın da bir şey yapamasın diye yok mu?
               Bir baltaya sap olma meselesi beni de üzmüyor değil ama kaderime hayıflanmıyorum. Bulunduğum noktadayım. Buradan bakınca hiç kimse küçücük falan gözükmüyor. Hayattan tat alma duyularım epey bir körelmiş olsa da bir şeyler çiziktirmek, tıpkı sakızlı topitopun sonundaki sakıza ulaşmak gibi tat veriyor bana. Ben tat katıyor muyum hayata?
Piano piano… Hayat, büyük kepçesiyle karıştırsın bakalım neymiş tadımız biz de öğreniriz elbet. Son kertede vardığım sonuç, doyumsuzluk ve arsızlıktan başka bir bok öğretmez hayat insana; sonrasıysa, sürekli olarak bunu bastırmayı, bastırdıktan sonra gülümsemeyi öğrenmeye çabalamaktan ibaret. Vazgeçtim hayata karışmaktan, sıkıyorsa biraz da o karışsın bana. Alayına isyan ulan, yoruldum felsefe yapmaktan. (Bu noktada ne dilediğime dikkat etmeli miyim diye bir endişe yaşadım).
Çok kesin konuştum yine. Ama isyan böyle ediliyor işte.
Göreceğiz...
Ölenlerin badem gözlerinden, kalan sağların çatal dillerinden öperim. Hepi topu keyifle zaman geçirmeye çalışıyoruz şu fani dünyada.

Şikayetim Var!



           
            Şikayetim var...

Üç kuruşluk aklını beş kuruşa satanlardan,
korkunca kaçanlardan, kendini cesur sananlardan,
sorgusuz yargılardan, yargısız infazlardan,
bir tek kendini doğru sananlardan,
bencilce caymalardan,
çok konuşanlardan, bir anda susanlardan,
lafı nasıl koydumculardan,
sıçtığı bokun bile kokusunu nette yayanlardan,
kahrolsun …’lardan,
köşe bucak kaçmalardan,
caka satanlardan, gösteriş budalalarından,
dedikodunun dibine vuranlardan,
bin dereden su getirip suya götürüp susuz getirenlerden,
azıcık kendini keşfedince havaya girenlerden,
laf atan kazmalardan, maymun olan hanzolardan,
kılavuzu karga olup da uçtuğunu sananlardan,
güçlülerden, zayıflardan,
intikam peşinde heba olanlardan,
alçaktan uçanlardan,
debelenip batanlardan, 
masum ayağına yatanlardan,
ahlak bekçiliği yapanlardan,
pis kokulardan,
yoz korkulardan,
n’apalımcılardan,
haberi kaynağından almayanlardan,
parayı verip düdüğü çalanlardan,
uyutanlardan, uyuyanlardan,
uyku kaçıranlardan,
boşa kasılanlardan,
zulmü meşru kılanlardan,
duygusal zorbalardan,
muzip sinsiliklerden,
aleni çemkirmelerden,
her hıyara tuz var diyenlerden,
abartılı neşelilerden,
gereksiz melankoliklerden,
en çok da her şeyden şikayet edenlerden…

Bana ne yahhhh bütün bunlardan.
‘Ben’ kendi hayatımın tik tak’larını sayıp zik zak'larını işlemeliyim.

25 Mayıs 2012 Cuma

Çevre ve Kent Sosyolojisi: ÇÜK TİPOLOJİSİ



Durum: Amonyak zehirlenmesi
Metodoloji: Koklama
Araştırma Süresi: 8 ay

Bentderesi’ne yapılan 4 kilometrelik yürüyüş mesafesinde, alt ve üst geçit köprülere rastlarsınız. Hem insanlar hem araçlar için yapılan bu geçitler, kimi zaman sizi yağmurdan kimi zaman, birkaç saniyeliğine de olsa, güneşin kavurucu sıcağından korur. Hatta kimi zaman küçük abdest ihtiyacını gidermek için birebirdir.
Bu köprülerin faydalarının yanı sıra, bir tek konuda mağdur olursunuz. Envai çeşit sidiklerin harmanlanmasıyla oluşan kokulara maruz kalırsınız (ki ben çeşitleri ayırt etme konusunda epey ustalaştım). Dayanılmaz keskinlikteki koku, trigeminal sinir uçları vasıtasıyla koklama duyunuzu harekete geçirir, önce zihniniz tiksinti hissiyle uyarılır ve genziniz yanmaya başlar. Bu durum, kısa süreli de olsa, ufak çaplı bir şuur kaybına yol açar.
Salon adabınızdan sıyrılır ve “OHAAA! Sokağa işenir mi lan” dersiniz.
Sokağa işeme eylemi tabii ki köprü altlarıyla sınırlı değildir. Ancak köprü altlarında hava sirkülasyonu pek az olduğundan, mekan ve kişi açısından daha fazla kalıcı hasar bırakırlar.
İleride belediye başkanı veya zengin bir şahsiyet olursam (-ki muhtemel :P), 10 metre aralıklarla, özellikle köprü altları başta olmak üzere, amonyağı algılayınca dökülen sensörlü sifonları olan küçük ebatlı tuvaletler yaptıracağım. Evet evet, yanlış okumadınız, sensörlü sifonlar. Biz istiyoruz ki hep biz pisletelim başkaları temizlesin. Hem tuvalete gitmeye üşenen insanoğlundan pisliğini temizlemesini beklemek hata olurdu.
Ya beyler, sokaklara işemekten vazgeçin. İyi ki bir çükünüz var. He oldu, her şey size mubah anasını satayım. Ya da vazgeçtim, kendi sidiğinizde boğulun. Bir daha dünyaya gelirseniz, bir karınca olarak doğarsınız da pervasızın biri üzerinize işer belki.


10 Nisan 2012 Salı

Tanrının Gizemi Yokluğunda Saklı?




Biraz da felsefe yapalım. Sorunsalımız pek içinden çıkılamayan bir durum olsa da ben de kendimce bazı teoriler üretebilirim. Evet yapabilirim bunu. İzninizle açıklamaya çalışayım. Tema, varlık ve yokluk, var olma ve yok olma hatta sonunda Tanrı’ya kadar uzanan bir pamuk ipliği. Başlıyoruz…
‘Var olmayı’ bilir, hissedebilir ve bir şekilde tanımlayabiliriz. Oysa ‘yok olmak’ı tanımlamaya çalıştığımız her durumda onu var etmek zorunda kalırız. İçinde bulunulmayan, bilinemeyen ve hissedilemeyen şey tanımlanamaz kanımca. Ne olduğu değil, ne olmadığı tahminen bilinebilir.
Tasavvufta, varlığı ve yokluğu ve bununla birlikte tabi Tanrı’yı açıklamaya çalışan ‘Masiva’ diye bir kavramdan söz edilir. Masiva, dünya, kainat, evren, yani tanrı dışında bütün her şeyin olup bittiği bir evrendir. Bir Tanrı bir de Masiva vardır. Var olma durumu yani varlık Masiva’ya aittir. Buradan yola çıkarsak, Masiva’ya varlık, Tanrı’ya da yokluk diyebilir miyiz? İşte kısır döngü de tam bu noktada başlıyor zaten. Çünkü yokluğu açıklamaya çalıştığım her an onu var etmiş oluyorum ve açıklamaya çabaladığım şey yine yokluk değil varlığın kendisi oluyor. Sanırım Tanrı’nın gizemi de burada ortaya çıkıyor, çünkü yokluk tanımlanamıyor ve açıklanamıyor.
Kafa karıştırıcı görünebilir. Kimse basit olacağını söylememişti zaten. Bazen kafa karışıklığı iyidir. Daha berrak yapar zihni.
Sevgiler…