5 Aralık 2014 Cuma

Evlendin mi? Geçmiş olsun!


     Efenim bendeniz yaklaşık 7 aydır evliyim. Evlilik hakkında yazabilecek yeterli donanıma henüz sahip olmadığımı düşünmekle birlikte, evliliğe dair üçüncü gözlerin yorumlarıyla bende bıraktığı izlenimler ve bu süreç içerisinde edindiğim çeşitli kanıların zuhuru da dökülmek istiyor satırlara. Gecenin bir yarısı uyku tutmayıp da sıcak yatağımdan kalkıp, aklımda uçuşan cümleleri toparlama isteği, boşalmayı bekleyen bir doluluğun eseri olsa gerek. Bu isteğe fazla direnmeden, üşengeçlik etmeden, bilgisayarın azizliğine uğrasam da, yılmadan klavyenin başında buldum kendimi.
     Evlilik hakkında ahkam kesmek niyetinde olmasam da, kimileri için ahkam niteliğini taşıyacağına dair şüpheleri de taşımıyor değilim. Ne de olsa yazacağım her şey olumlu ya da olumsuz yargılar barındıracak içinde.
     Evlilik meselesi, erkekler ve kadınlar açısından genel çerçevede farklı değerlendiriliyor. Edindinğim izlenimlere göre, ülkemizde, kültürümüzde evlilik, kadının kendini garantiye aldığı, erkeğin ise çeşitli ihtiyaçlarının karşılandığı bir müessese olarak görülmekte. Bu çoğu zaman erkek için, özgürlüklerinin kısıtlandığı anlamına da geliyor.  Bu çoğunluk sözüm ona, kadının yaşamını çocuk yapmak ve ekonomik anlamda rahat bir hayat sürmekten ibaret sayıyor.Evlendiğinizde, kadın naif cümlelerle tebrik edilirkken, erkeğe bıyık altı gülümsemesiyle bir geçmiş olsun çekiliyor. Bizzat yanımda, eşimin elini sıkıp "geçmiş olsun kardeş" diyen en az yirmi kişi gördüm.
     Sanırım, çoğunlukla erkeklerde oluşan bu kanı, (herkesi töhmet altında bırakmak istemem, en azından bu cümleyi kuranlara ithafen) sürekli almaya alışmış, vermekten, sorumluluk almaktan ödü patlayan, paylaşımdan nasibini almamış bir zihniyeti yansıtıyor benim gözümde. Almaya alışmış olan bu zihniyet, karşılığında hiçbir şey vermek istemediğinden, bir şeyin altına imza atma durumunu haliyle sakıncalı buluyor. Neyse onlar kalp kırmaya devamede dursun, ben geleyim asıl meseleye...
     İlişkiler... Her türden ilişki, karşılıklı gizli anlaşmaları barındırır bünyesinde. Şefkat, sevgi, muhabbet, ego tatmini gibi manevi beklentiler olabileceği gibi maddi boyutta sürdürülen ilişkiler de vardır tabii ki. Kimisi çıkarlarını gözetmek peşine düşer kimi akışına bırakır. Elbette ölçmek zordur kim ne bekler, ne ister ve karşılığında ne verir? Dedim ya gizli anlaşmalardır ve bazen mantıklı bazen sezgisel adımlarla pekiştirilir.
     Ben, bu ilişki meselesine biraz duygusal açıdan yaklaşıyorum sanırım. Yanımda olduğunda huzur bulduğum, eğlenebildiğim, rahat edebildiğim, güvenebildiğim kişilerle birarada bulunmayı tercih ediyorum. Dolayısıyla, insanlarla kurduğum ilişkiler bu ve benzeri kıstaslara göre şekilleniyor. Benzer yaklaşımdaki insanların beklentileriyle uyuşuyorsa, ilişki de tadından yenmez oluyor.
     Her birimizin farklı özellikleri var sonuçta. Anlaşmazlığa düştüğümüz bir çok nokta olması da kaçınılmaz. Bazen benim gördüğümü karşımdaki göremiyor ya da onun yakaladığını ben kaçırmış olabiliyorum. Burada da iletişebilmek yani iletişim kurabilme becerisi giriyor devreye.Her konuşma, her diyalog iletişim kurabildiğiniz anlamına gelmiyor tabii ki. Karşıdakine nüfuz edebilmek önemli olan. Bu da empati yapabilme, anlayışla yaklaşabilme ve tahamül edebilme yeteneğini gerektiriyor.
     Biriyle birlikte yaşamak zor zanaat kabul ediyorum. Özgürlük alanınız, rahatlık alanınız, kişiye göre değişse de, daralıyor haliyle. Bu da keyif aldığınız ilişkinin bedeli oluyor diyelim. Hayatımızın hangi alanında sınırsız özgürlüğe sahibiz ki zaten? Günümüzün büyük bir zaman dilimini para karşılığı harcarken mi mesela? Rahat ve standartları yüksek bir hayat sürebilmek için nelere katlanmıyoruz ki, sevdiğimiz, keyifle vakit geçirdiğimiz insan için katlanmayalım.
     Diğer başka tür ilişkilerde olduğu gibi evlilikte de asıl mesele prensiplerinizi (prensipleriniz varsa tabii) aşmadan, karşılıklı bazı şeylerden feragat edebilme meselesi bana kalırsa. Karşınızdakinin değerlerini hiçe saymadan hareket edebilmek, her istediğinizin olması şımarıklığından ve benin dediğim doğru tavrından çok daha saygın bir duruş benim gözümde. Benim mottom mutlu edersen mutlu olursun üzerine kurulmuş durumda. Ve biliyorum karşımdaki kişi de bunun farkındalığına sahip. Mutlu olmuyor ya da mutlu edemiyorsanız, çiçek yetiştirmeniz daha evladır. Doğru insanı bekliyorsanız hala, boşa yorulmayın çünkü o gelmeyecek. Ya doğru insan olursunuz tez elden ya da doğru insanı arar durursunuz.
  Evlenin, evlenmeyin, ilişkiler kurun ya da kurmayın mesele tanımların çerçevesinden ziyade içine doldurduğunuz resimlerle ilgilidir diye düşünüyorum.
     İçimizdeki seslere kulak kesilirsek eğer, birliktelikler güzeldir. İçinden çıkılmaz muammalara dönüştürmek, hayatımızın derslerini almak elimizde olduğu gibi keyifli bir hayat sürmek de elimizde. Ben doğru insan olmayı seçiyorum, şimdiki ilişkim ve bundan sonraki hayatımın sıhhati temennisiyle.
      

11 Nisan 2014 Cuma

Layers



        İnsanlar katman katmam, tıpkı soğan gibi der Gurdjieff.
     En iç kısmında da özü vardır hani. Her kabuğu soyduğunda, her katman bir öncekinden daha tazedir ve dolayısıyla daha hassas.
     İnsanın da en üst katmanı, yani kabuğu, teninin üzerine giydirdiği maskelerden oluşur yani en sert kabuk. Hasar görmesi zor, içteki katmanları iyi muhafaza eden kısım. Koruyucu katman olması bir tarafa, insan kendinin sadece bir kabuktan ibaret olduğunu zannederse (maskeleriyle özdeşleşirse) ve o kabuk gerektiği zaman soyulmazsa, içteki kısımlar yavaş yavaş çürümeye başlar. Bu çürüme kabuğu da anlamsızlaştırır ve insanın varoluşu da anlamını yitirmeye başlar. Bu anlamsızlık mutsuz bir insan kütlesine dönüşür. Kabuk soyulmadığı müddetçe, yapılan hiçbir ruhani çalışma olumlu sonuç vermeyecektir.
     İkinci katman, insanın derisidir, görünüşü, şekli… Bir üst katmana nazaran daha hassas ve öze biraz daha yakın. Şekli bir görevi olmasının yanı sıra o da koruyucu bir görev üstlenmiştir. Maskelerimizden sıyrıldığımızda daha yakınlarımızın görebildiği katmandır. Ondan sıyrılırsak, her türlü dış etkene açık, sinirlerden ve kaslardan oluşan bir et parçası çıkar ortaya. Yeteneklerimiz, kapasitemiz, tamlığımız, eksikliklerimiz ve yaratılıştan getirdiğimiz tüm özelliklerimiz bu katmanda gizlidir. Bu katman da diğerleri gibi açığa çıkabilir. O kadar hassas bir bölgedir ki herkes kolayca soyamaz, kişinin kendi bile… Dedim ya hassastır, dokunmasını bilene ya da dokunmayacağına güvendiklerimizin görmesine izin verebiliriz ancak. Çıplaklıktan da öte dokunulduğunda acı verecek olan katmandır.
     Sevmek bu katmanda oldukça etken bir role sahiptir. Sevgiyi, sıcaklığı hissettiğimiz yer… Sevgiyi hissedenlerin bu katmanda düştükleri yanılgı, hassas olduğunu göz ardı etmeleri, acı hissetmeyeceğini düşünmeleridir. Bu türden bir hata iki türlü meydana gelir. İlki, gerekli özeni göstermeyecek kişilerce dokunulmasına göz yumulması, ikincisi ise gereğinden fazla hassas olduğu hissiyle sevginin dışarı yansıtılmaması, yani katmanın ortaya çıkarılmaması durumudur ki her ikisi de kişi için can yakıcı olacaktır.
     Sondan bir önceki katman ise karakteri oluşturan iskelet sistemi/yapısıdır. Genetik özelliklerin de içinde barındığı, sağlam olmasının yanında şekillendirilebilen ve darbe aldığında hasar görebilen bir özelliği vardır. Sonuncu katmanı ayakta tutan bir diğer koruyucu katmandır.
    Ve son olarak, ilk katman, tüm bu katmanların sarıp sarmaladığı, muhafaza ettiği, filizlenebilen, çoğalabilen, saf ve hür en hassas katman “öz” vardır. Öz, spritüel anlamda insanın varoluşuna, bedenine, karakterine kısacası tüm katmanlarına anlam katar. Beslediği gibi beslenmeye de ihtiyaç duyar. Ve tüm bu anlamlar alemindeki tek amacı, katmanların birer birer soyulmasına yardımcı olarak, sağlam bir şekilde ortaya çıkabilmektir. Bir insan ömrü yeterli olursa bu uyanışa, bir olmaya doğru evrilebilmektir yegane hedefi.



(Bu yazı, okunan kitaplar, izlenen belgeseller ya da varoluşa dair yapılan tüm araştırmalar ışığında, hiçbir bilimsel gerçekliğe dayanmayan hayal ürünü bir fikir tasarımıdır)

2 Mart 2014 Pazar

Düşün!



İnsan düşünen hayvansa ve hayvanlarda herhangi bir tanrı inancı yoksa tanrı, düşünceden başka bir şey olmasa gerek...


"...Elleri olsaydı öküzlerin, atların ve aslanların
İş yapabilselerdi insanlar gibi
Atların tanrısı atlara,öküzlerin öküzlere ve aslanların aslanlara benzerdi..."

[Ksenophanes]

Not: "Ben" hepsine benzetiyorum

28 Ocak 2014 Salı

Bazen duygusallaşmak kaçınılmaz olur...


     Hakketmediğini düşündüğün şeyler yaşarsın, belki de hakkettiğin... Bilirsin ki 3-5 ay sonra geçecek ya da yıllar...
     Karşılaştığın şeyin neye dair olduğunu, hangi noktana temas ettiğini ve hatta sendeki hangi açıklığı kapamaya geldiğini bilmek istersin...
     Belirsizlik korkutur, belirli olsa zaten kafa yormazsın. İşin içinden kendine en saygı duyduğun halinle çıkmaktır niyetin. Kendin olmaya niyet edersin onca dış etkenin gölgesi arasında...
     İnanç, umut bir tarafa en azından bu niyet güçlü kılar seni. Tüm bu hengamenin ortasında ve bu sürecin sonunda sana bir şeyler katacağını bilmek rahatlatır içini.

6 Ocak 2014 Pazartesi

Ouroboros


                         
Aklım biraz başımda, biraz değil…
İçime dönüyorum, içime bakıyorum, açıklarımı, zaaflarımı arıyorum.

* Duru görü; görmek, her şeyi olduğu haliyle görebilmek...

Bu yüzden zaman, dış etkilere tepki gösterme, dış olaylara müdahale etme zamanı değil. Dışarısıyla ilgilenme, bir şeylere karar verme ya da kontrolü ele geçirme zamanı da değil. Dışarısı aksın, içerisi aksın, zihin fazla bulaşmasın öze.
Karşılaşılan olaylar, insanlar, durumlar beni bana yansıtsın ki içimdeki yumakları çözebileyim.
Bu bir savaş, içeride dönen bir muharebe. Elbette yaralanmalar olacak. Görebilmek için göze almak gerekir. Dikkati elden bırakmadan müsaade etmeli, etki etmesine izin vermeli bazı şeylerin.
Dışarıda rüzgara kapılıp gitmek kolay, içindeki fırtınayla mücadele etmek ise gerekli olduğu kadar hayli yorucu. Bazen depremler, seller, hortumlar… Doğal bir sürecin doğal afetleri. Yaşıyoruz, yaşamın gerekliliklerine müdahil oluyoruz.
Yaban bir ormanda yürüyoruz dikkatli olunmalı ve çıkışı bulabilmek için denenmemiş yolları deneyebilecek cesarete de sahip olmalı. Aynılığın cehennemi bize geçmiş korkulardan korkmayı tekrarlatır. Başka pencerelerden de izlemeli manzarayı, belki de bir dağın gölgesine sığınmış küçük bir ağaç keşfederiz benliğimizde, büyümeye, kök salmaya meyletmiş.
“Ey Gezgin… Eyy az kullanılan yolları seçen deneyci… Sen bir savaşçısın. Gözünü hedefe dikme, kalbini kilitleme! Her adımında tüm duyuların açık olsun, her kokuyu, her sesi duy! Her yüzü gör! Dokun /dokunul… Bütün dünya, hepimiz senin arkandayız, her an sana işaret gönderiyoruz. Eğer açık isen (hedefe kilitlenmemişsen açıksındır) işaretlerimizi görür/duyar/hissedersin.”


Ouroboros, kendi kuyruğunu ısıran bir yılan ya da ejderha şeklinde resmedilen sembol.
Kendini yaratmayı sembolize eden kuyruğunu yutmuş bir yılan şeklidir. Yunanca'daki οὐροϐóρος, Latince'deki uroborus kelimesinden gelir ve bu sözcüklerin sözlük anlamı "kuyruğunu öldüren" dir. Yanar, döner gökkuşağı mitleri ile benzerlik gösteren sembol "doğanın ebedi döngüsü" 'nü ifade etmektedir. (Vikipedi)