13 Eylül 2013 Cuma

İcap Etti Yazdım


Kadın olmak zor dedim
Erkek olmak da zor dedi dostum
Bilmez miyim dedim
Erkek gibi takılmaya çalışan bizim gibi bazı kadınlar erkekliğin zorluklarıyla da karşılaşırlar ama en azından onların, zorlukları kaldıramadıklarında sığınacakları, zorluklarla dolu kadınlıkları var
İnsan olmak zor dedi birisi
Hayat zor dedi diğeri
Ama güzel dedi uzaktan öteki
Her şey güzel olması gerektiği gibi
Şşşştt!
Biraz sessiz dedi uyumaya çalışan sesin sahibi
Ne kolay oturduğun yerden konuşmak hayatın zorlu kisvesini

15 Ağustos 2013 Perşembe

Fetiye'den Dingin Bir Anektod


Kumsal taşları, deniz suyu, ay ışığı, kayan yıldızlar belki biraz sorgulamalar, sakince kaybolan kaygılar. Yabancı bir toprağa bastığın her adım merak duygunu az da olsa giderirken, yaşadığın yabancılık duygusu da üfleyince uçuşan paraşüt çiçeği gibi yavaşça havaya karışarak gözden kaybolur. Biraz can sıkıntısıyla yeni arayışlar eski alışkanlıkların arasına serpiştirilir. Sence yeni keşifler seni mekanın yerlisinden faklı kılar zaten farklılıkların ne önemi vardır, birlikte olmak keyifliyken. Belli ki geçici olduğunu bilmek sakin ve rahat yapar insanı. Dinginleşirsin.
‘Dingin’in bir kaç kelime anlamı var: Sakin, durgun, hareket etmeyen, hareket etmeye gücü yetmeyen, mecalsiz. Önemli olan nokta ise hareket kabiliyeti varken hareket etmeye niyeti olmaması ya da belki mecali. Mesela bir taş için ne kadar dingin bir kaya parçası demez ya insan. Fırtına sonrası havanın veya büyük dalgalar sonrası denizin dinginleşmesi gibi. Dinginlik hareketin, canlılığın varlığını anlatır tek bir vurgu ve iki hecesiyle. O dinginlikte neler saklıdır keşfedilmeye aç, ne çığlıklar ne kabına sığmaz cümleler hatta ne duygular koybolmuştur girdabında.
Benimkisi hareket etmeye ihtiyaç duymamaktan, hareket etsen bir şey söylesen ya da yapsan da buna hiç gerek olmamasından ileri gelen bir dinginlik hali. Daha once yaptıklarıma, söylediklerime saydığım, fazladan tükettiğim her halin bir tazmini. ‘Bir şeyler olması lazım, bir şey yapmalıyım’ psikolojisinin tam tersi. Nasrettin Hoca hikayesindeki ‘hiç’ olma mertebesi. Şımarık benliğinle verdiğin mücadelenin şimdilik kazanılmış hali. Bir tür kadercilik, ne bileyim kendini dünyaya emanet edebilme güveni ya da bazı korkulardan arınmış tam berrak olmasa da duru bir zihin. Hiçbir düşüncenin kendine yer edinemeyip öylece akıp gitmesi. Kurcalamadan kabul edebilmenin, deniz kenarında kendine bulduğun sessiz bir köşede hafifce okşayan rüzgar, nazikçe seslenen dalgalar haline dönüşmesi. Endişesiz bir zihnin, kaygısız, kargaşasız bir resme dönüşmesi. Hızdan, koşturmacadan yoksun.

* Niyetimin düşünceye, aklımın dünyaya dönüşmesine ben şahidim.

Kendine ve dünyaya ait, hiç bu kadar yakınında olmadığım yeni keşiflerin heyecanıyla birlikte geçirilen sakin birkaç gün böylece geçip gitti işte. Aramadım sadece istedim ve gelip beni bulmasını bekledim. Hiçbir şey yapmamaktan öte düşünmemek ve istememenin lüksünün tadına hiç bu denli varmamıştım, bunca hızlı olacağına da şu ana kadar aklım ermezdi pek. Mutlu olmak önemli değil, kendimi, dağları arşınlayan bir nehir gibi temiz hissetmek şimdilik yeterli geldi.
Bu dinginliğin tadına varmanın en güzel yanı ise yeniden hareket edeceğime duyduğum inanç olsa gerek. Hiçbir şey bitmiş değil tabii. Yeni dalgalanma ve durulmalara, yeni keşif ve maceralara niyet ettim allah rızası için payıma düşeni almaya :) payım yoksa almamaya..

Not: Bir de dingillik var ama onun konuyla bağlantısı yok şu an: Bir ara ondan da bahsederim

26 Temmuz 2013 Cuma

İlişkilerin Raf Ömrü Meselesine Kısa Bir Bakış


    İlişkiler garip oluşumlar keza içinden çıkılmayan durumlar olmadığına neredeyse eminim. Durumu zorlaştıran şey bizim bağımlılık halimiz ya da ne bileyim değişimden korkmak da diyebiliriz buna. Yani özeti, gereken zamanda olman gereken süreyi tamamladığın an gitmeyi bilmek, gidebilmek.
      Arkadaşlık, evlilik vs her türden ilişki biçiminin, içerisindeki katkı maddelerine göre şekillenen bir raf ömrü var. Maalesef ve iyi ki. Maalesef çünkü her karşılaşma bir son gibi algılanır ya da öyle algılanmak istenir çeşitli sebepler vesilesiyle. İyi ki çünkü her ilişki bir zıplama taşıdır da aynı zamanda. Her ilişki derken her doğru ilişki demek gerekir sanırım. Doğru ilişki tabir edilen ise ders veren cinslerden. Bazıları tekrar niteliği taşıyor zira ders alınmış olsa tarih de tekerrür etmezdi zaten. Dolayısıyla her yaşanan ilişki doğru ilişkidir ve her biten ilişki bitmesi gerekendir diye bağlayalım konuyu.
      Karşılaşmalar da önemli, değerini bilmek gerek. Ben bu noktada pragmatist bir varoluşçuluğa kayabilirim. Netekim insan kendi kişisel zihinsel ve bilumum türde gelişimi sağlayabilmek için her karşılaştığı zorluğu, bilgiyi ve her anı kendindeki bir açıklığı daha kapatabilmek adına kendine yontmalıdır. Bu iyimser bir bakış açısı olmaktan ziyade acıma duygularını törpüleyen zorlu bir süreçtir. Herkes beceremez çünkü herkes ders almayı bilmez. Çeşitli haz ve dürtüleriyle hareket edenler –bu kötü bir şey olduğu için değil tabii ki- sadece tekerrürleri yaşatırlar, hepsi bu.
     Gel gelelim asıl mesele neyin ne zaman bittiğini kestirebilmektir ve genelde geç kalınan bir haldir zira burada iyimser olmak güzel olur işte. Durumun güzelliği geç olup güç olmamasıdır yani yine zaman da hep doğru zamandır. Sancı çekmeye, yersiz sorgulara girmeye gerek kalmamıştır.
       Bu iyimserlik meselesi hep kafamı kurcalamıştır çünkü iyimser olmak zarar verici tehlikeli anları da üretir beraberinde. Sizlere çok yabancısı olmadığınız bir tablo çizmek ve hatta onu boyamak istiyorum şimdi. Bir ilişki hayal edin. Birbirlerinden çok etkilenmiş iki kişi. Karşı konulmaz bir çekim. İşin kimyasını bilemem ama sanırım bu şey bir kimya meselesi. Her şey güzel ve olması gerektiği gibi. Neyse ayrıntıya girmeyeyim… Yaşanan etkileşimin sonundaki süreç tabii ki bir ilişki. Durum ilişkiye dönüşmeye başladığı anda aranan en büyük şeyse güven oluyor genelde. Çünkü çarklar dönmeye başlıyor ve siz bu adam veya kadın hayatımı açmaya onu hayatıma almaya değer mi? sorgulamalarına dalıyorsunuz. Değer diye düşündünüz diyelim -ki genelde öyle olur zaten- uzun süreli bir meşguliyetin de temelleri atılmaya başlanır. Sorunlar çıkar haliyle, kimi çözülür kimi içinden çıkılamaz bir hal alır; iyi kötü, rezil rüsva ya da gurur verici anlar paylaşılır. Paylaşımlar çoğalır, çoğalır, bağlılıklar başlar. Belki de uzun bir süre sonra tanıma aşamasının halledilmeye, karşıdakinin çözülmeye başlandığının ve hangi konularda güvenip güvenilemeyeceğinin bilinmeye başlandığının zannedildiği anlarda yavaş yavaş -ya da bazı durumlarda çok hızlı- maskeler de düşmeye başlar. İşte ilişkilerin asıl sınavları böyle zorlu anlarda verilir, tıkanır ya da bir adım sonrasına geçer. İyimserlik bu noktada ya işlevsel olur ya da seni gerileten bir durumla baş başa bırakabilir. İkisi de mümkündür çünkü her ilişki kendine hastır ve kendi içinde değerlendirilmelidir nasıl ki her insan başka bir alemse…
        İyimserliğin işlevsel olması durumu herkesçe malum ilişkinin devam etmesi, badirelerin atlatılması ve iyi ve kötü günlerde bir yastığa baş koyulmasının kabullenilmesi ve başka arayışlardan elin eteğin çekilmesiyle daha nice maceralara birlikte adım atılmasının onaylanmış halidir.
        Peki ya değilse, karşındaki adam/kadın senin ruh eşin veya senin için doğru kişi değilse… Binlerce gün önce hissettiğin şeyler tükenmiş, yeni duygu ve hareket alanları üretilemiyorsa ve artık nefes almak zorlaşmaya başlamışsa ve her geçen gün bir öncekinden daha kötü bir hal alıyorsa bir ilişkiyi hala ve göz göre göre kurtaracağını zannetmek ne kadar iyidir, doğrudur veya gerçektir? Hiç olmayan ya da artık olmayan şeyleri var-mış gibi göstermeye çalışmak, durumu kurtarmak çabasından ziyade bağımlılığı pekiştirir, değişimi ve gelişimi ertelerken insan buna ne kadar müddet tahammül edebilir?
       Bilemiyorum her ilişki nevi şahsına münhasırdır ve her yaptığınız ve yapmayı planladığınız şey doğrudur. Bence evrime fazla müdahale etmemek ve zorlamadan, kendiliğinden olmasını sağlamak lazım. Bu yüzden sanırım önemli olan, insanın kendini kandırmaktan vazgeçmesi ve yoluna devam etmesi meselesidir.

 Saygılar…

8 Nisan 2013 Pazartesi

Herkes aynı değil ya, bazıları akmak ister



Artmak için değil eksilmek için vermelisin çünkü akmak için kendini yok etmelisin.

Muhteşemliğe erişmenin sırrı buradadır işte. Tüm olup biten hengameye rağmen kendini, kendin gibi korumayı başardığın anda yok olmaya da başlarsın. Kendinden bir şeyler kaybetmek korkusu duymadan, bir şeylere yapışmadan gerçekleşir her şey. Verirsin, artmak için değil de, fazlalıklardan kurtulmaktır; iyilik değil de ışığa doğru bir yok oluştur seninkisi. Su olursun nur olursun durulaşırsın.
Karşındakini kendin gibi bilirsin, kızmazsın. Kızmak, yargılamak ödlekliktir ya, sen her zamanki kadar cesur olursun. Her yitiriş bir yok oluş ve bir varoluştur çünkü. Yeniden doğuşlarla ruhun şad olur sen yok olursun. Her şey hiçbir şeyin içinde, bir kere dışına çıksan kendini bulursun.




24 Ocak 2013 Perşembe

Bilemedim ne yapsam



Bir deli var bir de deli olduğunu sanan
Bağır çağır ispatlamaya çalışan
Yalnızlığında yalnızlığıdır delirdiğin an
Yakına geleni iter, uzağa gideni çeker kan

Herkes her şeyi biliyor ya bazen
Ne şanslıyız kim bilir bunca dahi varken
Yorummatik 1000 gb’lık hızıyla
Boğar seni bilgiye her konuda fikriylen

Hepimiz münnecim
Hisleri kuvvetli şahsiyetiz bir yerde
Bilirkişi yargılar hüküm verir her yerde

Bir kendi bilir zatı muhteremleriz
Alemi tek bir cümleye sığdırır
Bin yıllık gizemleri çözeriz
Bin şükür rabbime kılıçtan da keskiniz
Hep ezilen tarafız
Haksız çoktur bizlerce
Köşelerimiz zardan ince
Tutunur kuvvetlice

Politikada bunca oyun maraza
Merak etme ipi serilir pazara
Dokunmayın uyuyan sazana
Bi hallenip durmayın kızana


Yargılarsın, adil oldum sanırsın
Hep kendi tarafından bakarsın
Aslında sıradan bir çıkarcısın
Düz-en bu ya ben de buna kırgınım

Bu aralar biraz kızgınım
Muayyen hallerdeyim sanırım
Bir ara kendimi gıdıklarım
Bu hallerde bir hayli ustayım

18 Ocak 2013 Cuma

Kaderin İnşasında Aşkın Kolon Hali




           Âşık olduğunda kendini seviyor insan. Layık gördüğü bir gözden kendini seyretmek istiyor. Bu yüzden kördür ya aşkın gözü, çünkü karşısındakine değil, kendine bakıyor o göz, aynada kendini izler gibi…
Beyni kendini görmeye ihtiyaç duyduğunda –kendince- seçiyor dengini, gönderiyor yalaz sinyalleri gönlüne, sonrası malum, ısınan ve harekete geçen hücreler bir çarpışmaya şahit oluyor ve ateş bacayı sarıyor nihayetinde.
Kendini görebildiği ve yüceltebildiği ölçüde mutlu oluyor âşık; karşısındaki ayna görevi görmeyi reddettiğinde yıkılıyor dünyası ve kendi canını acıtıyor âşık. Kendini yüceltmek istediği kadar acı da vermek istiyor, bir tür bedel gibi…
Bedeli oluyor acı, yaşanmak istenen hazzın. Ve sonra acıdan haz alıyor her bir zerren, yaşayacağın hazzın düşüncesi gönlüne düşmüşken…
Beyni ruhuna can çekiştiriyor, bedeni olacaklara mahkûm ve acı, çileyi, çile terbiyeyi yoğuruyor kendi kavında. Ortaya çıkan mamul yine senden başkası değil. Bir zafer, bir kurtuluş ya da bir başarısızlık ölçütü oluyor aşk.
Sonra âşık kendi gözünden bakabiliyor dünyaya, tüm sinyallerin alacakaranlığından sıyrıldığında ve kendini görüyor orada. Dünyanın tam ortasında, merkezinde, her bir zerresinde… 
Ya geçmiş üzüntülere boğuyor yürek kendini ya da orijin diyor durduğu ve ilk adımı atacağı hayata. Ya korkularla bezeli ruhu bir uçtan diğerine zikzaklar çiziyor veya çizgilerden yeni bir iskelet kuruyor kaderine.
Minnettarım aşk!
Minnettarım ruhuma dokunduğun için,
Ona verdiklerin kadar aldıkların,
Sürüklediğin, götürdüğün, gösterdiğin için…
Ve müteşekkirim aşk!
Anlamama izin verdiğin için…

2010


Not: "Kalplerin eğilip bükülmeyi becereni mutludur, kırılmayacağını bilir." Albert Camus

Esneyin, esnetin, esneklik güzel şey doğrusu...