10 Mayıs 2017 Çarşamba

Gökyüzüne Bakma Sanatı



Önce binaların arasına sıkıştık. Sonra sosyallik denilen duvarların arasına. Şimdi ise sanallığın, sosyal tellerle örülmüş çelik zırhlı duvarları arasına sıkışıp kaldık. Hergün kendimizi daha değersiz ve daha öfkeli hissetmemiz için kurgulanmış yapay bir dünya. Bu yaşam tarzına hergün yeni bir içerik eklemesek solup gidecekmişiz ve kimsenin bizden haberi olmayackmış kabusu sarmış etrafımızı. Herbir gün diğer günlerimizin kopyasını çıkarır gibi kendimizden bir iz bırakmak istiyoruz ya da belki dönüş yolu için ufak ekmek kırıntıları atmaya çalışıyoruz. Ve sanki yalnızlık, çaresi olmayan bulaşıcı bir hastalık, sürekli kaçılmak istenen bir ÖCÜ gibi.

Beşinci katın balkonundan kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum. Masmavi ve berrak. Önümden kırlangıçlar geçiyor ve süzülüyorlar boşluğun içinde. Sonra bir karga ve saksağan ve hatta bir arı bile geçiyor derinlikte kaybolan.

Memnuniyetsizliğimden ve umutsuzluğumdan sıyrılıyorum o anda. Aşağılara dalıp gitmekten yukarılara bakmayı unuttuğumu farkediyorum. Başka yaşamların olduğunu hatırlıyor ve onlarla bağ kuruyorum.

Kimbilir bakmayı unuttuğumuz, içimizde özgür kalmayı bekleyen daha kaç yaşam var?

15 Aralık 2016 Perşembe

Sofistike


Son zamanlarda, "insan sosyal bir canlıdır" cümlesini düşünüyorum sıkça ve bana öyle geliyor ki bu büyük bir kandırmaca. Elbette sosyal bir tarafımız olduğu kesin. Ancak son kertede yaşadığımız çağda insan abartılı bir sosyal canlı olma yolunda. Tabii ki enformasyon devriminin bunda payı büyük. Sosyal canlılar sosyal kurallar koyar ve onlara uyarlar, uymayanları uyarırlar gerekirse sert bir şekilde. Mesela içinde yaşadığımız faidelerinden çok zararları olan emperyalist düzen için insanın her geçen gün daha da sosyal olması verimli bir durumdur. Kitleleri yönlendirmek tek tek bireyleri yönlendirmekten çok daha kolaydır çünkü. Bir de işin psikolojik kısmı var. Çevresi geniş olmak iyi bir şeydir değil mi? Peki bilir miyiz onca geniş çevremiz içinde kimi ne kadar tanıyoruz ya da tanıdığımız insanlarla ne kadar ve nasıl etkileşime geçiyoruz? "Benim çevrem geniştir" demek "sen benim kim olduğumu biliyor musun?" demekle aynı geliyor bana. O kadar sosyal ve bir o kadar kibirli. 

Kibir demişken aklıma geldi, son zamanlarda kendimi nefsimi tanımaya adadım. Adamak biraz iddialı bir kelime tabii, çabalıyorum diyelim. Nefsine hakim olmaktan bahsediyorlar da bu nefis ne menem bir şeydir onu diyen yok. Onlar da haklı tabii, ben beni bilirim, sen seni. Yüksek sesle söylüyorum "BEN", evet o vücudundaki kara lekeler gibi, küçük, büyük, açık, koyu, renkli, desenli. Her birini kalemle birleştirsem sanırsın yıldızlı gecenin negatif hali. Boşuna dememişler Aydınlanma Çağı, bunca enformasyonun arasında elbette herkes alim, herkes bilgili.

Bir de bu kişisel gelişim bıdı bıdıları var. Bir yere kadar yararlı bulduğumu söyleyebilirim. İnsana yeni bir bakış açısını naifçe kabullenme imkanı sunuyor. Bu bir basamak, bunu da unutmamak gerekir, her şeyde olduğu gibi. Bu yeni bakış açısı insanın hayatına bir süre için elbette bir çok değişim ve güzellik katıyor, ve özgüven tabii ki. Lakin bir çok insan mutluluğun sırrını çözdüğünü zannettiği için bu basamakta kalmayı tercih ediyor. O an için anahtarın elinde olması onun hep orada olacağı anlamına gelmiyor. Hayat akıyor ve senin o noktada kazandıklarını cebine koyup yola devam etmen gerekiyor. Öyle ya, daha öğrenecek çok şey var. Eğer cesaret edip yola devam etmez ya da orada kalmakta ısrar ederse insan, o döngünün içinde sıkışıp kalıyor. Ve bir zamanlar onu mutlu eden bakış açısı artık yapay bir hale, bir çürümeye dönüştüğü için mutsuz eder hale geliyor. Yapılması gereken: topladığın bilgi taşlarını suyun üzerinde sektirerek diğer basamağa doğru yola koyulmaktır. Neyle karşılaşacağını bilmeden ve her şeyi göze alarak... Burada bulacağın şey belki de daha önce öğrendiğin şeyden biraz daha farklıdır. Bu yüzden eski bakış açılarından sıyrılmak belki de ızdıraplı bir süreci de beraberinde getirir. Belki nefsinle savaşır yaralar alırsın ve bir de doğruluğundan emin olarak inşa ettiğin bir çok düşünsel yapının yerle bir olduğunu, hatta uzay boşluğunda asılı kaldığını görür; biraz şaşkınlık, biraz hayal kırıklığı ama en çok da kafa karışıklığı yaşarsın. Ve belki de o an anlarsın, yeniden yıkmak için yeni yapılar inşaa etmeye başlaman gerektiğini.

Siddhartha Gautama, Buda'ya (sanskritçe uyanmış, bilinçlenmiş ve son zamanların popüler kelimesi: aydınlanmış kişiye) dönüşmeden önce, uzun süreli meditasyonlar yaparmış. Bazı kaynaklara göre meditasyonu dinlerin aşırılıklarından arındırdığı için orta yol olarak tanımlarmış. Yani uyanışa götüren bir tür araç. Başka bir kaynakta geçen hikayeye göre ise Buda, en son aşırıya kaçan meditasyonunun içinde iken, Budist bir rahibin iki öğrencisine keman dersi verirken konuşmalarına kulak misafiri olmuş. Rahip, kemanın tellerinin çok gevşek ya da çok gergin olursa düzgün ses vermeyeceğini, bu yüzden tellerin gerekli gerginlik ve gevşeklikte olması gerektiğinden bahsederken, Buda bir anda uyanmış ve meditasyonu bitirmiş. Orada anladığı şey hiçbir aşırılığın dengeye ulaştırmadığını fark etmek olmuş, ve bundan sonra kendini bir anlamda insanlığa adamış. Tabii ki bu noktadan sonra Buda olarak anılmaya başlamış.

Ben de meditasyon yapıyorum, her gün yaklaşık on beş dakika. Amaç tabii ki zihni susturmak, ancak ne yalan söyleyeyim zihin susmuyor, anlatacak çok şeyi var zira. Hazır seni boş yakalamışım dinle söyleyeceklerim var diyor sanki. Ben de dinliyorum başkası konuşur gibi, adeta bir çok "ben" var benden içeri. Bu şekilde yaptığım bir çok meditasyonda küçük aydınlanmacıklar yakaladığımı hissediyorum. Gördüğüm, duyduğum, okuduğum, izlediğim şeylerle ilgili minik uyanışlar. Mesela bunlardan bir tanesi Buda'nın hikayesine dairdi. İçimdeki "ben"lerden biri bu hikayede geçen Budist rahibin sözlerini tanrı kelamı olarak niteledi. Diğeri ekledi: bu kelamlarla, işaretlerle her an her yerde karşılaşıyor olabileceğimizi... ve bir diğeri dikkat kesilmeliyiz dedi. Sonra zihin, kapalı gözlerin ardındaki ışıklı gölgeli akışkan görüntüye daldı ve bir süre sessiz kaldı.

Kısa bir süre sonra bir bilim sitesinde bir bilgiye rastladım: Lisa Park isimli bir sanatçı duygu ve düşüncelerinin EEG taramalarını suya yansıtıyor. Sanat projesi kapsamında yürütülen bu çalışma mucize değil elbette, bilim ve teknoloji bize bu imkanları sağlayabiliyor. Lisa Park bu çalışmada hislerini üzüntü, mutluluk... vs. şekillerde yönlendirerek suya farklı titreşimler gönderiyor. Bence projenin en ilgi çekici kısmı, Lisa Park'ın hiçbir şey hissetmeden ve düşünmeden suyu durdurmaya çabalaması. Sonuç, su titreşmeye ve şekiller oluşturmaya devam ediyor.

Zihni susturabilir miyiz ya da susturmaya çalışmalı mıyız konusu benim için tastamam kocaman bir soru işareti. Beyin dediğimiz bu mucizevi organ da keşfedilmemiş sırlarla dolu kocaman bir oda. Dolayısıyla bu sorularla uğraşmayı nafile görmekteyim kendi adıma. Gel gelelim bu meditasyonları yapmaya başladıktan sonra karmakarışık olan zihnimi dinlemeye başladım. Bunca enformasyon arasında içerideki "ben"ler ne alemde bir bakmak lazım, sonra içlerinden biri arıza çıkarınca hepimiz mutsuz oluruz maazallah. Evet aklım hala karışık ve her şeye şüpheyle yaklaşıyorum yine. Düğümler çözülür mü? Veya bir şeylerden emin olabilir ve bir düşüncenin, bir ideolojinin takipçisi olabilir miyim bilemiyorum. İşin aslı bunların cevabıyla pek de ilgilenmiyorum. İçimden bir "SES" bana şimdilik olması gerekenin bu olduğunu fısıldıyor, o kadar.

Müslüm Gürses değilim, acı ve ızdırapla yoğrulayım hayatta, ne ilham perisi ne kurucu ne  de kurtarıcıyım. Olabilseydim hiçbir şey olmak isterdim tabii o başka. Bazen kılavuzlar ya da işaretler arayan, bazen hayata anlam katmaya çabalayan, bazen üreten, bazen her şeyi boş bulan, bazen tahammülden nasibini almamış, bazen hoşgörüye yanaşmış, bazen acılı, sancılı, bazen keyifle anlatan, bazen hatalar yapan, bazen doğru bildiğinden şaşmayan, ve son zamanlarda daha çok içimdeki "ben"lere daha sık kulak verip onlarla özdeşleşmemeye çalışan biriyim sadece. Doğru yanlış pusulası tamamen bozulmuş durumda, Nasreddin Hoca hikayesindeki "sen de haklısın" misali. Nefsime hakim olmaya değil, önce onu tanımaya çalışıyorum evimde, kendi imkanlarımla. Sosyal olduğum kadar bireyselim, olması gerektiği kadar biraz gevşek, biraz gergin, doğru sesi yakalayana kadar.

26 Kasım 2016 Cumartesi

Kadınlar Bin Bölünür



Kadınlar bin bölünür…
Hem toplumsal varlıklardır, hem bireysel kalmak zorundalar.
Kariyer yapabilecek kadar hırslı
Ayakta kalabilecek kadar güçlü
Eşine ve çocuklarına karşı şefkatli olmak durumundadırlar.
Şefkatli olabildikleri ölçüde kadınlardır
Yuvanın kurucusu, evliliğin bekçiliği yüklenir bir de görevleri arasına
Rolleri, görevleri gün geçtikçe artar da artar
Modern dünyanın kadını ekonomik özgürlüğüne ulaşmış olmalıdır birçoklarına göre
Ekonomik özgürlük, diğer bir hakkından feragat ettiği anlamını taşımaz asla
Tersine omuzlarına bir sorumluluk daha bindiği anlamına gelir.
Çekip çevirme, koruyup kollama, toplama çıkarma, alma verme vesaire…
Bir gün içinde birçok işi harikulade bir hızla bitirebilme kapasitesine sahiplerdir erkeklerin aksine. Aynı anda cebir hesapları yapar, diğer günün hazırlığını düşünürken, bir yandan tarhana çorbası karıştırır, sevdikleriyle daha güzel günler yaşama hayalleriyle baharatlandırır çorbasını.
Tüm bu koşturmaca yormaz mı, hatta bazen bıktırmaz mı kadını?
Elbette kimi zaman hareketli çarkların ısıttığı kayışları gevşetebilir. Ama kadının böylesi karabasanlarla uğraşmaya ne zamanı ne de dermanı vardır. Sorumlulukları vardır ve bir an önce başlanılan işi sonuçlandırmalıdır. Ne evladı bir şeyden eksik kalsın ister ne de eşini kırışık bir gömlekle işe yollamak…
Bir de eş dost yakın çevre vardır… Onlara göre, X Hanım ne hamarat ne çalışkan kadındır ve herkesin yüzü suyu hürmetine bu övgüler boşa çıkarılmamalıdır.
Cefakârdır kadın ve hakkı yoktur söylenmeye, ne de olsa tüm bunlar onun sorumluluğundadır.
Bin bölünür kadın, zaman geçtikçe de daha fazla bölünür. Bu bölünme vakti zamanıyla belki kendi içinde çatışmalara neden olmuştur ama kadın tüm bu rolleri nasıl dengeleyeceğini de öğrenmiştir bu süreçte.
Erkeğin tek bir görevi vardır şu ahir dünyada. Güçlü olmak bahşedilmiştir ona. Güç toplumsal bir varlık yapar erkeği. Toplumsallık kuşatır her bir yanını. Yok mudur onun da bir çok görevi? Elbette vardır onlarca sorumluluğu ama tek bir rolü vardır erkeğin, ne şefkatli, ne hamarat, ne lirik ne de sentetik olmak zorundadır. Güçlü görünsün yeterdir, adamdır nihayetinde. Keza erkek de kadın kadar insandır, onlar gibi duyguları, onlarınki kadar bireysellikleri vardır. Ve gün gelir bu dürtüler erkeği de böler. Ama bu bölünme çatışmayla sonuçlanır. Onlar ya kadınlara göre çok daha toplumsal varlıklardır ya da kadınlar gibi rolleri dengeleyebilecek güçlü oyuncular değillerdir. Son tahlilde kadına bir sorumluluk daha düşer: Erkeğin çatışmalarının tezahürü olan şiddeti süspanse etmek…

Kadın bin bölünür derin olur, erkekler ikiye bölünür ruhu hasar görür…

Evlilik Akdi



Yüzyıllarca öncesinden, çağdan çağa, nesilden nesile, toplumdan topluma değişerek ve evrimleşerek günümüze dek uzanan kurumsal bir öyküdür evlilik. Türlü rollere bürünmüş, bazen bir baskı aracına dönüşmüş ama yine de her dönem üremek ve nesli sürdürmek adına koruma altına alınmış toplumsal bir kimliktir özünde.

Toplum içinde kadın ve erkeğe, kendi nezdinde roller biçer, görev ve sorumluluklar yükler.

Çeşitleri vardır…
 Her fikre, her görüşe uygun bir yapıya büründürülebilir. Evet, bir bukalemundur bir benzetme yapılacaksa…
Hangi zamanda ve neredeyse, oranın ruhunu, şeklini, rengini taşır. Herkese uydurulabilir ve belki de her dönem sürdürülebilir olması bu özelliğinden kaynaklanıyordur.

Görücü usulü evlilikler vardır, desti izdivaçlar… Kimi tercihini aşk evliliğinden yana kullanır kimiyse mantık evliliğini uygun bulur bünyesine.

Sebebi ve şekli ne olursa olsun, toplumsal sözleşmelere benzer evlilikler, kadın ve erkek arasında imzalanan akdi bir sözleşmedir. Karşılıklı verilen sözlerden öte, bağlayıcılığı ve yaptırımı bulunan hukuksal ve toplumsal bir sorumluluktur evlilik…

Evlilik denilen evcilik oyununun çok önemli bir görevi vardır bana kalırsa… Kişilerin karşılıklı hak ve çıkarlarının korunmasından çok daha derin bir rol biçilmiştir aslında ona. Toplumu toplum yapan en önemli yapı taşı aileyi, aile kurumunu korumak, sürdürmek ve kültürel bağlar yoluyla nesilden nesile aktarılmasını sağlamaktır asıl amacı. Çünkü toplumsal birlik bu bağı korumak ve sürdürmekle sağlamlaştırılabilir. Toplum içindeki birey, aile aracılığıyla bu özelliğine ulaşabilir. Yani birey toplumsal bir varlığa ancak aile aracılığıyla dönüştürebilir. Bu yüzden toplumun ilk ve en önemli yapı taşıdır aile ve bu yüzdendir ki evlilikler çok önemlidir bu yapı taşının oluşturulmasında.

Bir evliliğin sebebi ve şekli ne olursa olsun, önemli olan verdiği sorumluluk ve rolleri doğru şekilde yapabilmektir.

Kişi âşık olduğu için, çocuk yapmak için, kendini korumak ya da maddi açıdan yetersiz olduğu için evlenebilir. Evlilik ciddi bir görevdir. Önemli olan bu kararı almadan önce getiri ve götürülerinin hesaba katılarak adım atabilecek bilinç düzeyine erişmiş olabilmektir.

Kişi evlendiğinde sadece kendine, evlendiği kişiye ve dünyaya getireceği çocuklarına karşı sorumlu değildir. Tüm toplum nezdinde bu sorumluluğu üstlenmiş demektir.

Evcilik oyununun, deneme yanılmaların ötesinde bir süreci omuzlarının üzerine alabilme kudretine sahip olmayı gerektirir. Fedakârlığı barındırır içinde. Karşılıklı hoşgörüyle çevrilmezse etrafı, en ufak sarsıntılar çöküntüye uğratır tüm yapıyı. Çöktüğündeyse,  bırakın sosyal bir varlığın gelişimini, bireysel kimlik bile bulunamayabilir enkazın altında.


Evlilik ciddi bir iştir. Hem bireysel hem sosyal bir sorumluluktur. Tek bir nedenden ötürü başlamaması gerektiği gibi, tek bir nedenle sona erdirilmesi de çok doğru olmasa gerek benim kanaatime göre. Bu nedenledir ki, başlaması ve devam ettirilebilmesi kadar, sonlandırılması da aynı özeni, aynı sorumluluğu ve fedakârlığı gerektirir. Belki de dünyada bencilliğin barınamayacağı somut tek adrestir evlilik.

ÇİZGİ ÜSTÜ



Gün döner, zaman geçer, sen evrilirsin yollar kıvrılır.
Zaman kimine dost, yoldaş olur, kiminiyse hep peşinden koşturur…
İnsanlar vardır, ardında kalır hayatın…
İnsanlar vardır, öyle seridir ki yaşama bağlılıkları, bazen soluklanmak için durup bir köşede, zamanın ona yetişmesini bekler…

Hayat içini doldurabildiğin kadar anlamlıdır.
Ve tuhaf, zorlu bir iştir yaşamak.
Parçalarına ayrılamaz bir bütün içinde olmalı.
Bir bütün olarak bakarken ayrıntılar gözden kaçmamalı.

İnce bir çizgidir hayat.
Aşık Veysel’in dediği gibi:
Uzun ince bir yol,
Ve iki kapılı bir handır dünya.

Bir zincirin parçalarıyız
İnce, kalın, büyük, küçük, demir, altın ya da camdanız…
Tüm maddelere anlamları yükleyense yine biz insanlarız.
Ama zincirin hangi halkası koparsa kopsun zincir artık zincir olmaz
İşe yaramaz bir hurdaya çıkar adı.

Dünya, her gün ruhumuzun bin bir çeşit ayrıntılarını gösteren bir aynadır.
Baktığımız ya da gördüğümüz bir başkası değil,
Bizatihi içimizde yaşayan canlının yansıması…

İnsan bir okyanus…
Yüzeyi gökyüzünün bin bir çeşit halini yansıtırken
İçinde milyarca, birbirinden farklı ve birbirlerine bir o kadar muhtaç canlı türüne ev sahipliği yapar.
Hem av hem avcı
Hem düşman hem yaşam kaynağı.
İkircikli hayatın mükemmel yankısı…
Ruhundaki milyarlarca kişilikten her gün biri, bir başkasının yaşamını sonlandırırken, aynı zamanda besler onu. Bir gün sonraysa diğeri can bulur; kim bilir…

Hangi role bürünecekse bedenimiz, içimizde hali hazırda bulunan o karakteri çıkarıveririz dışarı.

İnsanın kendine has bir karakteri vardır elbet.
Farklı olan, durum ve koşullara göre hissiyat ve duygularımızın değişkenliği…

Sinirli, endişeli, heyecanlı, mutlu, aksi, huzursuz, gururlu…

12 Nisan 2016 Salı

Parçadan Bütüne

             



Herkes bu dünyanın kendi hakkı olduğunu düşünüyor. Bir türlü paylaşamıyoruz. Öyle güzel ve büyülü geliyor ki, sadece sahip olmak istiyoruz. Hani dünyanın uzun ince bir yol olduğu tasvir edilirdi, bizler gelip geçen yolculardık hani?! Ülkemiz, şehrimiz, mahallemiz, evimiz, odamız, benliğimiz... Suya atılan bir parça taşın yuvarlak dalgalar oluşturarak çizdiği genişleme tam tersine dışarıdan içeriye, taşın merkezine gidiyor gibi sanki. Görüntüyü tersten izliyoruz. Genişleyip bir bütünlüğü kapsamak yerine, bütünlüğü bir benliğe hapsetmeye çalışıyor gibiyiz. Nedenini sorgulamıyorum; belki de doğal bir sürecin olağan bir parçasını yaşıyoruz, belki de bütünlüğü keşfedebilmek için içimizdeki benliği keşfetmemiz gerekiyordur, en azından bütünün bir parçasını anlamak için. Mikro ve makro kozmosla ilgilenen pek çok bilim insanın farkında olduğu gibi, evren küçücük bir organizmanın içinde bile saklı. Belki de anlayabilmek için parçadan bütüne gitmek gerekir, bütünden parçaya gitmeyi pek beceremiyoruz belli ki.




13 Ocak 2016 Çarşamba

BEN

29 Kasım 2012


Bazen birileri birbirlerini,
bazen kimileri kendilerini,
kimi zaman bazısı bazısını,
kimileyin kimisi kimilerini,
bazı bazı bazıları bazısını,
genellikle kimisi bazısını,
nadiren bazıları kimilerini,
sıkça kimileri bazısını,
her zaman bazıları kimisini,
bir öyle bir böyle,
bazen az bazen çok,
çokça hiç,
hiçbir zaman çok olmadan…
Sonra dön başa
bir ileri bir geri,
işveleri civcivli,
şivesi çok derdi yok,
kokusu yok rengi çok,
artısı var eksisi yok,
istemeden mükemmelen
ahengi coşkusunda,
kokusu dokusunda,
derdi renginde,
devası sesinde,
neşesi kisvesinde;
bir o yana bir bu yana  
kavrulur kelimeler,
savrulur da döner,
kapılar kapanır,
yollar açılır,
içre geçmiş öyküler
Kimi zaman birileri birbirlerini...

29 Haziran 2015 Pazartesi

Ölmek İçin Güzel Bir Gün


          Bugün durduk yere bir hayal canlandı kafamın içinde. Tabii ki durduk yere olması pek vaki değil, bilinç altında denk düştüğü bir yer, çözülmeyi bekleyen bir düğüm, eskiden açılmış üstü kapanmış ve yamalanmayı bekleyen bir gedik vardır elbet...
          Kurgum ölüme dairdi. Ölüm... Hakkında hiçbir şey bilmesek de sanki kötü, karanlık ve üzücü bir durummuş gibi algılanır ya genelde, bu hayal öyle değildi.
          Geçirdiğim bir kaza sonucu arabanın ön koltuğunda, yaralı bir şekilde eşimle birlikte oturuyoruz. Ölmek üzereyiz ya da değiliz ama ben ölüyor olduğumu düşünüyorum. Sakin bir sessizlik içinde birbirimize bakarak duruyoruz. Ben huzurla gülümsüyor ve konuşmaya başlıyorum. Sakince, duraksayarak:


          - Kaza geçirdik... Ne tuhaf... Huzurluyum... Acı, üzüntü yok... Beklenti yok... Geçmiş yok... Gelecek yok... Kaygı yok... Öfke, kızgınlık yok,.. His yok... Kafam bomboş... Kalbimin sesini duyabiliyorum... Hiçbir şeye değmez... İlk defa yaşadığımı hissediyorum... Ne tuhaf... Huzurluyum... Seni seviyorum...


          Kafamda bu konuşmayı bitirirken kendimi gülümserken yakaladım. Ölüyorum diye mi mutluydum yoksa zihnimin bana vermek istediği mesajı algılamış olduğum için mi diye bir süre düşündüm. Sonra farkına vardım... Ölüyor olmanın en güzel tarafı yaşıyor olmaktı.

          Geceleri huzursuz uykuya dalışlarım, sabahları 'bugünün dünden ne farkı var ki' hissiyatıyla yataktan kalkışlarım, yapmam gerekenleri yapmaya başlamak için, 'yapsam ne değişir ki' düşünceleriyle cebelleşmelerim sanki beni terk ediyor gibiydi. Sanki bana veda eden onlardı, ölen onlardı sanki.

          Öyle olmasaydı, kendime güzel ve temiz bir çalışma ortamı hazırladıktan sonra, oturup bu satırları yazar mıydım?!

9 Nisan 2015 Perşembe

Ya Cadı Hepimizi Yerse?!




Sevgili Günlük,

Bugün habis düşüncelere sahibim biraz.

Örneğin: Nasistik kişilik bozukluğu günümüzün salgın bir hastalığı gibi. Ve döneminin tüm kötü salgın hastalıkları gibi başımıza çok çorap örebilir. 
Tedavisi, yolunu unuttuğumuz, gerçek evimiz olan doğaya dönmekle mümkün olur sanıyorum. Ne yapıp edip, evimizden ayrılırken bıraktığımız kırıntıları izleyip de gerçek evimize dönemezsek, gösterişle aklımızı çelecek olan kötü kalpli cadı bizi/hepimizi yakalayacak. Beklentilerimizin hayal kırıklıklarıyla sonuçlanması bir yana, bir daha dönememe ihtimalimiz de cabası. 
Doğadan koptukça, çocukluğumuzu her geçen gün daha fazla kaybettikçe ve büyük koşturmacaların içinde kayboldukça daha da çok hastalandığımızın şimdilik küçük bir azınlık farkında diye düşünüyorum. 

Düşünmekle olmayacak, en iyisi gidip biraz çalışayım...


26 Şubat 2015 Perşembe

Biz Ne Olduk




Mütevazi, sessiz sakin, işinde gücünde olmak bazı yeni dünya düzeni insanları için ne kadar da anlaması güç bir halmiş. Çünkü sürekli kendini anlatması, sürekli "ben" le başlayan cümlelerle kendini pazarlaması gerektiği öğretildi insanlara. Her ne kadar bir şeyi yapamasa da yapabiliyormuş gibi davranması/görünmesi gerektiği... Bırak insanlık için, kendi için bile küçük adımları/başarıları abartması gerektiği ve ancak böyle yaparsa değerli olacağı öğretildi. En ve daha ile başlayan cümleler kurmaları salık verildi.
- Ben ondan daha...
- Ben en...
Özgüven denilen şey, zeki ve zevkli olmakla, iş bilmekle bir tutulur oldu. Oysa ne demişler, ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Ama değerler, gerçekten değerli şeyler unutuldu, lafa bakılır hatta sadece ambalaja bakılır oldu. Tıpkı raflarda rengarenk sıralanmış, tadını güzelleştirmek ve raf ömürlerini uzatmak için, içlerine adlarını bile telafuz etmekte zorlandığımız (zararlı) maddeler konulmuş abur cuburlar gibiyiz. Kısa vadede tat ve tatmin sağlıyoruz.
Kendini değerli hissetmek, bir başkasını değersiz görmekle mümkün oldu. Başkasının başarısına şapka çıkarmak, taktir etmek yenilgi gibi algılanır oldu.

Tıpkı tv ekranına bakıyormuşcasına, birini tanıdığımız, neyi yapıp neyi yapamadığına karar verebildiğimiz, bir sürü önyargıya vardığımız, kendimizce yargılayabildiğimiz yanılgısına düşürür oldu bizi.  Hele bir de azıcık kıskanmışsak ona dair söylediğimiz, hissettiğimiz her şeyin mübah olduğunu var sayar olduk.
Bazen anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Biz NE olduk?!

7 Ocak 2015 Çarşamba

Üstten Değil, Alttan Değil, Tam Ortadan, Orijin Denen Yerden Anlamak

          




                Anladım ki, insan bir şeyleri kafasında çözdüğünde o şey hakkında düşünmeyi de konuşmayı da bırakıyor. O şey artık, mesele olmaktan çıkıyor; hallediyor, üzerinden atlıyor ve bir daha geriye bakmıyor. Bastırmaktan ya da gözlerini kapatmaktan bahsetmiyorum. Uzun bir süre üzerine düşünülmüş, sancısı çekilmiş ve en sonunda halledilmiş sorunlar bir daha hortlamazlar. Böylece insan bir sürü şeyi bu şekilde çözdükçe, aştıkça daha çok suskunlaşıyor. Elbette az konuşmaktan bahsetmiyorum, zira çok konuşan bazı zeki insanlar, etraflarındaki saçmalıkları duymamak için konuşurlar ve hatta daha çok saçmalarlar ki ancak böyle katlanılır olur bazı konuşmalar. Tahammülü yüksek, belirli doyumlara ulaşmış zeki insanlar ise suskunlaşıyor, gerektiğince konuşuyor ve söyleyeceğini söyleyip, yapacağını yapıp bir kenara çekiliyorlar. Maksat bazı şeyleri aştıklarını birilerine ispatlamak ya da dikkat çekmeye çalışmak değil. Kendilerinin bilmesi zaten yeterli. Naif yaşamlarına kendi damak tatlarına göre keyif alarak devam ederler. Başkalarıyla, ne düşündükleriyle, ne yaptıklarıyla ve başkalarında bıraktıkları izlenimlerle ilgilenmezler. Naif duruşları öyle güçlüdür ki hiçbir şey yapmadan da ilgi çekerler ve saygı uyandırırlar. Gerçi onlar bununla da ilgilenmezler, tek ilgilendikleri kendi yolları, kendi düğümleri, kendi çözümleridir. Zaten başkalarını başkaları olarak görmezler. Onların da kendileri gibi BİR'in parçası olduğunu bilirler. Bu yüzden kastları, bir şeyin üzerine çıkmak değil, kendini genişletip olabildiğince diğerlerini kapsamak onlarla bütünleşmektir. Önce huzuru bulurlar sonrasında zamanın içinde akarak düşüncesiz, hissiz bir alana ulaşırlar ve işte orada gerçekliği koklar, tadar ve onu yutarlar. Bir şeyleri çözmüş insanlar, konuşmadan, anlatmadan, bağırmadan ve gizlenmeden aramızda dolaşıp sesizce onlara katılmamız için sadece bize bakarlar.

5 Aralık 2014 Cuma

Evlendin mi? Geçmiş olsun!


     Efenim bendeniz yaklaşık 7 aydır evliyim. Evlilik hakkında yazabilecek yeterli donanıma henüz sahip olmadığımı düşünmekle birlikte, evliliğe dair üçüncü gözlerin yorumlarıyla bende bıraktığı izlenimler ve bu süreç içerisinde edindiğim çeşitli kanıların zuhuru da dökülmek istiyor satırlara. Gecenin bir yarısı uyku tutmayıp da sıcak yatağımdan kalkıp, aklımda uçuşan cümleleri toparlama isteği, boşalmayı bekleyen bir doluluğun eseri olsa gerek. Bu isteğe fazla direnmeden, üşengeçlik etmeden, bilgisayarın azizliğine uğrasam da, yılmadan klavyenin başında buldum kendimi.
     Evlilik hakkında ahkam kesmek niyetinde olmasam da, kimileri için ahkam niteliğini taşıyacağına dair şüpheleri de taşımıyor değilim. Ne de olsa yazacağım her şey olumlu ya da olumsuz yargılar barındıracak içinde.
     Evlilik meselesi, erkekler ve kadınlar açısından genel çerçevede farklı değerlendiriliyor. Edindinğim izlenimlere göre, ülkemizde, kültürümüzde evlilik, kadının kendini garantiye aldığı, erkeğin ise çeşitli ihtiyaçlarının karşılandığı bir müessese olarak görülmekte. Bu çoğu zaman erkek için, özgürlüklerinin kısıtlandığı anlamına da geliyor.  Bu çoğunluk sözüm ona, kadının yaşamını çocuk yapmak ve ekonomik anlamda rahat bir hayat sürmekten ibaret sayıyor.Evlendiğinizde, kadın naif cümlelerle tebrik edilirkken, erkeğe bıyık altı gülümsemesiyle bir geçmiş olsun çekiliyor. Bizzat yanımda, eşimin elini sıkıp "geçmiş olsun kardeş" diyen en az yirmi kişi gördüm.
     Sanırım, çoğunlukla erkeklerde oluşan bu kanı, (herkesi töhmet altında bırakmak istemem, en azından bu cümleyi kuranlara ithafen) sürekli almaya alışmış, vermekten, sorumluluk almaktan ödü patlayan, paylaşımdan nasibini almamış bir zihniyeti yansıtıyor benim gözümde. Almaya alışmış olan bu zihniyet, karşılığında hiçbir şey vermek istemediğinden, bir şeyin altına imza atma durumunu haliyle sakıncalı buluyor. Neyse onlar kalp kırmaya devamede dursun, ben geleyim asıl meseleye...
     İlişkiler... Her türden ilişki, karşılıklı gizli anlaşmaları barındırır bünyesinde. Şefkat, sevgi, muhabbet, ego tatmini gibi manevi beklentiler olabileceği gibi maddi boyutta sürdürülen ilişkiler de vardır tabii ki. Kimisi çıkarlarını gözetmek peşine düşer kimi akışına bırakır. Elbette ölçmek zordur kim ne bekler, ne ister ve karşılığında ne verir? Dedim ya gizli anlaşmalardır ve bazen mantıklı bazen sezgisel adımlarla pekiştirilir.
     Ben, bu ilişki meselesine biraz duygusal açıdan yaklaşıyorum sanırım. Yanımda olduğunda huzur bulduğum, eğlenebildiğim, rahat edebildiğim, güvenebildiğim kişilerle birarada bulunmayı tercih ediyorum. Dolayısıyla, insanlarla kurduğum ilişkiler bu ve benzeri kıstaslara göre şekilleniyor. Benzer yaklaşımdaki insanların beklentileriyle uyuşuyorsa, ilişki de tadından yenmez oluyor.
     Her birimizin farklı özellikleri var sonuçta. Anlaşmazlığa düştüğümüz bir çok nokta olması da kaçınılmaz. Bazen benim gördüğümü karşımdaki göremiyor ya da onun yakaladığını ben kaçırmış olabiliyorum. Burada da iletişebilmek yani iletişim kurabilme becerisi giriyor devreye.Her konuşma, her diyalog iletişim kurabildiğiniz anlamına gelmiyor tabii ki. Karşıdakine nüfuz edebilmek önemli olan. Bu da empati yapabilme, anlayışla yaklaşabilme ve tahamül edebilme yeteneğini gerektiriyor.
     Biriyle birlikte yaşamak zor zanaat kabul ediyorum. Özgürlük alanınız, rahatlık alanınız, kişiye göre değişse de, daralıyor haliyle. Bu da keyif aldığınız ilişkinin bedeli oluyor diyelim. Hayatımızın hangi alanında sınırsız özgürlüğe sahibiz ki zaten? Günümüzün büyük bir zaman dilimini para karşılığı harcarken mi mesela? Rahat ve standartları yüksek bir hayat sürebilmek için nelere katlanmıyoruz ki, sevdiğimiz, keyifle vakit geçirdiğimiz insan için katlanmayalım.
     Diğer başka tür ilişkilerde olduğu gibi evlilikte de asıl mesele prensiplerinizi (prensipleriniz varsa tabii) aşmadan, karşılıklı bazı şeylerden feragat edebilme meselesi bana kalırsa. Karşınızdakinin değerlerini hiçe saymadan hareket edebilmek, her istediğinizin olması şımarıklığından ve benin dediğim doğru tavrından çok daha saygın bir duruş benim gözümde. Benim mottom mutlu edersen mutlu olursun üzerine kurulmuş durumda. Ve biliyorum karşımdaki kişi de bunun farkındalığına sahip. Mutlu olmuyor ya da mutlu edemiyorsanız, çiçek yetiştirmeniz daha evladır. Doğru insanı bekliyorsanız hala, boşa yorulmayın çünkü o gelmeyecek. Ya doğru insan olursunuz tez elden ya da doğru insanı arar durursunuz.
  Evlenin, evlenmeyin, ilişkiler kurun ya da kurmayın mesele tanımların çerçevesinden ziyade içine doldurduğunuz resimlerle ilgilidir diye düşünüyorum.
     İçimizdeki seslere kulak kesilirsek eğer, birliktelikler güzeldir. İçinden çıkılmaz muammalara dönüştürmek, hayatımızın derslerini almak elimizde olduğu gibi keyifli bir hayat sürmek de elimizde. Ben doğru insan olmayı seçiyorum, şimdiki ilişkim ve bundan sonraki hayatımın sıhhati temennisiyle.
      

11 Nisan 2014 Cuma

Layers



        İnsanlar katman katmam, tıpkı soğan gibi der Gurdjieff.
     En iç kısmında da özü vardır hani. Her kabuğu soyduğunda, her katman bir öncekinden daha tazedir ve dolayısıyla daha hassas.
     İnsanın da en üst katmanı, yani kabuğu, teninin üzerine giydirdiği maskelerden oluşur yani en sert kabuk. Hasar görmesi zor, içteki katmanları iyi muhafaza eden kısım. Koruyucu katman olması bir tarafa, insan kendinin sadece bir kabuktan ibaret olduğunu zannederse (maskeleriyle özdeşleşirse) ve o kabuk gerektiği zaman soyulmazsa, içteki kısımlar yavaş yavaş çürümeye başlar. Bu çürüme kabuğu da anlamsızlaştırır ve insanın varoluşu da anlamını yitirmeye başlar. Bu anlamsızlık mutsuz bir insan kütlesine dönüşür. Kabuk soyulmadığı müddetçe, yapılan hiçbir ruhani çalışma olumlu sonuç vermeyecektir.
     İkinci katman, insanın derisidir, görünüşü, şekli… Bir üst katmana nazaran daha hassas ve öze biraz daha yakın. Şekli bir görevi olmasının yanı sıra o da koruyucu bir görev üstlenmiştir. Maskelerimizden sıyrıldığımızda daha yakınlarımızın görebildiği katmandır. Ondan sıyrılırsak, her türlü dış etkene açık, sinirlerden ve kaslardan oluşan bir et parçası çıkar ortaya. Yeteneklerimiz, kapasitemiz, tamlığımız, eksikliklerimiz ve yaratılıştan getirdiğimiz tüm özelliklerimiz bu katmanda gizlidir. Bu katman da diğerleri gibi açığa çıkabilir. O kadar hassas bir bölgedir ki herkes kolayca soyamaz, kişinin kendi bile… Dedim ya hassastır, dokunmasını bilene ya da dokunmayacağına güvendiklerimizin görmesine izin verebiliriz ancak. Çıplaklıktan da öte dokunulduğunda acı verecek olan katmandır.
     Sevmek bu katmanda oldukça etken bir role sahiptir. Sevgiyi, sıcaklığı hissettiğimiz yer… Sevgiyi hissedenlerin bu katmanda düştükleri yanılgı, hassas olduğunu göz ardı etmeleri, acı hissetmeyeceğini düşünmeleridir. Bu türden bir hata iki türlü meydana gelir. İlki, gerekli özeni göstermeyecek kişilerce dokunulmasına göz yumulması, ikincisi ise gereğinden fazla hassas olduğu hissiyle sevginin dışarı yansıtılmaması, yani katmanın ortaya çıkarılmaması durumudur ki her ikisi de kişi için can yakıcı olacaktır.
     Sondan bir önceki katman ise karakteri oluşturan iskelet sistemi/yapısıdır. Genetik özelliklerin de içinde barındığı, sağlam olmasının yanında şekillendirilebilen ve darbe aldığında hasar görebilen bir özelliği vardır. Sonuncu katmanı ayakta tutan bir diğer koruyucu katmandır.
    Ve son olarak, ilk katman, tüm bu katmanların sarıp sarmaladığı, muhafaza ettiği, filizlenebilen, çoğalabilen, saf ve hür en hassas katman “öz” vardır. Öz, spritüel anlamda insanın varoluşuna, bedenine, karakterine kısacası tüm katmanlarına anlam katar. Beslediği gibi beslenmeye de ihtiyaç duyar. Ve tüm bu anlamlar alemindeki tek amacı, katmanların birer birer soyulmasına yardımcı olarak, sağlam bir şekilde ortaya çıkabilmektir. Bir insan ömrü yeterli olursa bu uyanışa, bir olmaya doğru evrilebilmektir yegane hedefi.



(Bu yazı, okunan kitaplar, izlenen belgeseller ya da varoluşa dair yapılan tüm araştırmalar ışığında, hiçbir bilimsel gerçekliğe dayanmayan hayal ürünü bir fikir tasarımıdır)

2 Mart 2014 Pazar

Düşün!



İnsan düşünen hayvansa ve hayvanlarda herhangi bir tanrı inancı yoksa tanrı, düşünceden başka bir şey olmasa gerek...


"...Elleri olsaydı öküzlerin, atların ve aslanların
İş yapabilselerdi insanlar gibi
Atların tanrısı atlara,öküzlerin öküzlere ve aslanların aslanlara benzerdi..."

[Ksenophanes]

Not: "Ben" hepsine benzetiyorum

28 Ocak 2014 Salı

Bazen duygusallaşmak kaçınılmaz olur...


     Hakketmediğini düşündüğün şeyler yaşarsın, belki de hakkettiğin... Bilirsin ki 3-5 ay sonra geçecek ya da yıllar...
     Karşılaştığın şeyin neye dair olduğunu, hangi noktana temas ettiğini ve hatta sendeki hangi açıklığı kapamaya geldiğini bilmek istersin...
     Belirsizlik korkutur, belirli olsa zaten kafa yormazsın. İşin içinden kendine en saygı duyduğun halinle çıkmaktır niyetin. Kendin olmaya niyet edersin onca dış etkenin gölgesi arasında...
     İnanç, umut bir tarafa en azından bu niyet güçlü kılar seni. Tüm bu hengamenin ortasında ve bu sürecin sonunda sana bir şeyler katacağını bilmek rahatlatır içini.